Türkiye’nin deprem yanlışları, zorunlu sigorta, yapı denetimi, tehlike tespit işleri, medya ve yerel toplulukların rolü gibi konuları da kapsar. Deprem stratejisinde bir dönüşüm gerçekleştirmedikçe, Türkiye enkazdan kurtarabildikleri ile avunmaya on yıllarca devam edecektir.
Türkiye kentleri büyük risk havuzlarıdır. Nüfus artışı, betonarme teknolojisi ve kat mülkiyeti kurgusu ile 1950’li yıllardan bu yana hızla büyüyen, denetim kaçkını kentlerimiz, ülkemizin süreğen tehlike kaynağı depremler tarafından henüz yeni yeni sınanmaktadır. Sonuçlar büyük acılar vermekte ve kentlerin niteliğini açığa vurmakta. Bir gözlemcinin dile getirdiği gibi, kentlerimiz bugün güçlü “kitle imha silahları”dır ve yönetimlerimiz tutumlarıyla “Rus ruleti oynamakta”dırlar.(1) Bu gerçekliğe karşın Türkiye’de deprem politikası sanki tartışılması yasak bir konudur.
Oysa afetlerle ilgili uluslararası çabalar 1990 sonrasında etkin bir yeni politika ufku açmıştır. Bu politikanın öncelikleri, risk azaltma, planlama, katılım, kentler ve yoksun kesimlerdir. Sırasıyla özetlenirse:
- Risklerin belirlenip azaltılması, kesintisiz sürdürülmesi gereken asıl etkinliktir. Bu amaçla kullanılan kaynaklar, afet sonrasında tüketilmek zorunda kalınan kaynaklardan her koşulda defalarca daha verimlidir.
- Hangi ölçekte olursa olsun, her plan risklerini ve bunlara ilişkin önlemleri belirlemek zorundadır.
- “Temsili demokrasi”nin can ve mal güvenliği sağlamada gösterdiği yetersizlikler toplumsal katılım mekanizmalarıyla giderilmeli, her düzeyde risk azaltma kararları toplum kesimlerinin yer aldığı “platformlar” aracılığıyla alınmalıdır. Bu uygulama, sorumlulukları paylaştırıp afet sonrasında tarafların birbirlerini suçlama olasılığını büyük ölçüde ortadan kaldırmaktadır.
- Karmaşık sosyo-ekonomik mekânsal sistemler oluşturan kentlerde doğal ve teknolojik tehlikelerin ve korunmasız varlıkların risklerinin belirlenmesi çok disiplinli çalışmalar gerektirir. Bu, kent planlamasında bir yeni uzmanlık alanıdır.
- En büyük kaybı yaşayanlar, dar gelirliler ve olanaksız kesimlerdir. Bu kesimler afet sonrasında sağ kalsalar bile, yaşam dayanaklarını yerine koyamayacaklardır.
Yeni politikaya ayak uyduran çok sayıda ülke kurumsal ve yasal düzenlemelere gitmiş, ulusal ve yerel platformlar oluşturmuş, sorumluluklara açıklık kazandırmıştır. Türkiye uluslararası belgelere imza koymuş olmakla birlikte bu alanda hiçbir eylem ve söylem geliştirememiştir. Bu duruma yol açan neden ve yanılgıların anlaşılması ve ortadan kaldırılması gerekir.
Strateji ve eylem planı
1. Türkiye kimi telkinlerle 1999 sonrasında yeni düzenlemelere gitmiş, ancak konvansiyonel afet yönetimi anlayış ve alışkanlıklarından kurtulamamıştır. Afet sonrası etkinliklerde uzmanlaşmış mevcut birimler yeni bir düzenleme ile birleştirilmiş (2009), ancak hazırlanan yasada (5902) dünya politikasının yönlendirmeleri göz önüne alınamamıştır. Bu durum, yeni hazırlanmış olan “strateji ve eylem planı” belgesinde tüm çıplaklığı ile görülmektedir. Risk azaltma çalışmalarına en fazla gereksinmesi olan Türkiye’de, bu etkinliğin kapsamı ve genişliği bilinmediği gibi, afet sonrasından sorumlu kurum ve kişiler tarafından yürütülebileceği varsayılmaktadır. Sakınım planları şöyle dursun, Türkiye kentlerinde acil durum planları bile yapılmamakta ya da bunların hazırlanması ve uygulanması işleri 1950’li yıllardan kalma kavramlara dayanılarak, ehliyetsiz kişiler tarafından yerine getirilmektedir. İmar Kanunu kapsamında ise yapılan kapsamlı çalışmalara karşın, sakınım yöntemleri geliştirilememiştir. Öte yandan, yerel yönetim yasaları (5216, 5302, 5393), ilgili hükümlerindeki yanlış tanımlar ve yönlendirmesiz kalan görevlerden ötürü uygulamasız kalmıştır.
2. Yönetimlerin etkin rol almak yerine tehlikeleri unutturma tutumu, işleri gizil, dolaylı ya da açık biçimlerde piyasaya bırakmaktır. Toplumda “güvenlik için yeterli talep varsa piyasa buna yanıt verecektir” ya da “toplum zenginleştikçe güvenlik artacaktır” savları birkaç kez yanıltıcıdır. Piyasa ilişkileri kendiliğinden güvenlik sağlayamaz; bundan yalnızca varlıklı kesimler yararlanır. Oysa vatandaşın korunması anayasal kamu görevidir. Günümüz krizleriyle kanıtlandığı gibi, ekonomik büyüme sınırlıdır. Dahası, ekonomik büyüme gerçekleşse de toplumda eşitsizlikleri arttırır. Yönetimlerin düştüğü bir başka tuzak da risk azaltmada anlamı olmayan yatırımlarla gereken önlemlerin alındığı yanılgısıdır.
3. Deprem tehlikesini yalnızca sağlam yapı sorunu olduğu anlayışını egemen kılan bir söylem ile Türkiye’de yapı yönetmelikleri değiştirilmiş, yapı güçlendirme yönetmeliği hazırlanmış, yapı denetimi mekanizması kurulmuş, yapı güçlendirme işlerini kolaylaştırmak üzere “kat mülkiyeti” yasasında düzeltmeler yapılmıştır. Ayrıca yapılarda “zorunlu deprem sigortası” uygulaması başlatılmıştır. Denebilir ki, Türkiye’de 1999 sonrasında alınan önlemlerin tümü tekil yapı ölçeğini ilgilendirmektedir. “İnsanları öldüren yapılardır” savı ile güçlendirilen bu indirgeyici yaklaşım, toplumda katılımlı süreçleri dışlamakta, güvenlik konusuna tek disiplinli bir teknik çözüm olduğu yanılgısını yaymaktadır. Bu yaklaşım kentlerde toplu yenileme girişimlerini gündemden düşürme eğilimi yarattığı gibi, yapılaşma öncesinde imar planı kararları ve değişikliklerinin öldürücü etkilerini de perdelemektedir.
4. Risk zengini Türkiye kentleri, asırlar boyunca oluşmuş yerel çevre kültürlerine karşın bu değerlere yabancılaştırılmış, kimliksiz, özürlü ve adaletsiz yerleşmelerdir. Yapı güçlendirme, kentlerde mevcut yanlışları ve çirkinlikleri konsolide etmektir. Öte yandan, güvenlik bahanesi ile dayatılan “kentsel dönüşüm” yöntemi ve kulaktan öğrenilip uygulanmaya çalışılan planlama araçları, ne risk azaltmaya ne de kültür sorunlarıyla baş etmeye yeterlidir. Kendilerince yetkin bürokrat ve yöneticiler, incelikleri olan bu uzmanlık alanında ağır yanlışlar yapmaktalar.
5. İstanbul’da İSMEP gibi uluslararası kuruluşların sağladıkları kredilerle yürütülen deprem risklerini azaltma projeleri, güdümlü hedefleri, yetersiz kapsam ve yöntemleri, borç yükü yaratmaları, toplumu dışlamaları, üretkenlik ve saydamlıktan uzak kalmaları nedenleri ile yarardan çok zarar vermektedir. Buna karşılık yine İstanbul için hazırlanmış olan kapsamlı “Deprem Master Planı” öncü içeriğine karşın uygulanmadan bırakılmıştır.
Türkiye’nin deprem yanlışları, zorunlu sigorta, yapı denetimi, tehlike tespit işleri, medya ve yerel toplulukların rolü gibi konuları da kapsar. Deprem stratejisinde bir dönüşüm gerçekleştirmedikçe, Türkiye enkazdan kurtarabildikleri ile avunmaya on yıllarca devam edecektir.
1. Berlinski, C. ‘The Politics of Earthquakes’ 24 Temmuz 2011, latimes.
(Cumhuriyet)