10 soruda Avro Bölgesi'nde kriz

~ 07.11.2011, Hayri KOZANOĞLU ~

Fransa’nın Cannes şehrinde düzenlenen G-20 liderler zirvesinden dişe dokunur bir karar çıkmamasının ardından, şimdi dünya Büyük Durgunluğa, belki de depresyona daha yakın görünüyor. G-20, 2008 öncesinde, Asya krizi ile ortaya çıkan “küresel ekonomik koordinasyon” eksikliğine bir çare olarak maliye bakanlarını bir araya getiren bir zemin olarak kurgulanmıştı. BRIC diye adlandırılan Çin, Hindistan, Brezilya ve Rusya’yı masa dışarısında bırakan bir forumun meşrutiyetinin iyice tartışmalı hale gelmesiyle, G-7’nin, hadi ekonomik kararlara katılmasına izin verilen Rusya’yı da katarsanız G-8’in pabucu dama atıldı. Küresel krizle birlikte G-20 bir liderler zirvesine dönüştürüldü, 2008 Washingthon toplantısıyla küresel krizi çözme yolunda “kapitalizmin kolektif iradesi” beyan edildi. Nisan 2009 Londra zirvesinde ise, IMF’ye daha büyük yetkiler tanıyan 1 trilyonluk bir paketin yürürlüğe konmasıyla iyimserlik rüzgarları estirildi. Daha sonraki Pittsburg, Toronto, Seul toplantıları giderek ivmesini kaybeden, inandırıcılığını yitiren toplantılara, sahne oldu. Nihayet 2011 Cannes zirvesi, G-20’nin tabutuna son çivinin çakıldığı, artık neoliberalizmin sınırları içinde küresel ekonominin büyüme, yatırım ve istihdam sorunlarına bir çare bulmanın imkansızlığının kanıtlandığı bir dönüm noktası kabul edilebilir. G-20 ülkeleri dünya üretiminin, yüzde 90’ını, dünya ticaretinin yüzde 80’ini gerçekleştiriyorlar. Buna karşın, BM Genel Sekreteri Ki-Monn’un, “Paranın yüzde 85’i burada ama, dünya ülkelerinin yüzde 85’i yok.” ifadesine kulak verirseniz, G-20 zaten başından meşrutiyeti tartışmalı bir forumdu.

OECD 2012 büyüme tahminlerini ABD için yüzde 3.1’den 2’ye, avro bölgesi içinse yüzde 2’den acınası bir düzeye, 0.3’e çekti.Bir anlamda  Batı kapitalizmini pek parlak günlerin beklemediğini ilan etti. ABD zaten kendi derdine düşmüş, Avrupa’ya destek olacak konumda değil. Bu nedenle olacak, AB’nin dönem başkanı Nicholas Sarkozy umudunu büyük ölçüde Çin, Hindistan, Brezilya gibi yükselen ülkelerin hamiyet perverliğine bağlamıştı. Bu durumu, “tarihin garip bir tecellisi, emperyalist Avrupa bir dönemki sömürgelerine avuç açacak duruma düştü” biçiminde istihza ile karşılamak da mümkün. “Bakın şu Avrupalılar’ın yüzsüzlüğüne; kişi başına gelirleri hala 40 bin doların üzerindeyken, aynı rakamın henüz 5 bin doları bulduğu Çin’i, 1500 dolarda gezinen Hindistan’ı kapılama gayreti içindeler” yaklaşımıyla kınamak da. Zaten Çinliler saf oldukları için değil, avronun yuan karşısında değer kaybından dış ticaretleri olumsuz etkilenmesi endişesiyle devreye girebilirlerdi. “Ama Avrupalılar birbirlerinin kamu kağıtlarına itibar etmez, zor durumda yardımına koşmazken niye biz kendimizi ateşe atalım” diyerek, kayıtsız kaldılar.

Özetle, zirve sonuç bildirgesindeki, “büyüme ve istihdam için bir eylem planı gerekir” yolundaki temennilerin ötesinde somut bir karar alınamadan sona erdi. İtalya, “hizaya getirilmek üzere” IMF’nin gözetimine emanet edilirken, Yunanistan ise kendi kaderine bırakıldı. Tüm küçümseyici ifadeleri, “gürültücü Yunanlı” aşağılamasını kale almamak gerekiyor. Çünkü Yunan halkının bağımsızlığına ve onuruna sahip çıkması; kamu varlıklarının haraç mezat satışına, neoliberalizmin acımasız saldırısına teslim olmaması tüm dünya halkları için anlamlı bir örnek oluşturuyor. Aşağıdaki 10 soru ile, avro bölgesi krizine daha yakından bakmaya, Avrupa emekçi sınıflarının yüzyılı aşan mücadeleleri sonucu kazandıkları haklara nasıl bir saldırı sürdürüldüğünü irdelemeyle çalıştık.

 
Soru 1- Nasıl bir kurumsal yapı Avro bölgesini derin bir krizin eşiğine getirdi?

Birleşik Avrupa Projesi malların ve hizmetlerin dolaşımında sınırları kaldıran tek pazarın ardından, Maastricht anlaşmasıyla işgücünün serbest dolaşabildiği bir aşamaya ulaştı. 1997’deki Amsterdam anlaşmasıyla da Büyüme ve İstikrar Paktı yürürlüğe girdi; böylelikle mali istikrarı ön plana alan, “sorumsuz” kamu açıklarına ve haddini aşan borçlanmaya prim vermeyen bir hükümet etme anlayışı karar altına alındı. En son olarak da 1999’da tek paraya geçilerek “ekonomik birliğin” iskeleti tamamlandı. Mart 2000’de kabul edilen Lizbon Stratejisi ise tek Avrupa’yı 2010’a kadar, özellikle ABD ve Japonya karşısında dünyanın en rekabetçi pazarına dönüştürmeyi amaçlıyordu. Ne yazık ki hedef yılın ilkbaharında Yunanistan şokuyla “yaşlı kıta” dünyanın en sorunlu coğrafyası haline geldi. Bugün Avro Bölgesi’nin düştüğü durumu değerlendirirken ayrıntılara boğulmak yerine, ekonomi politikalarını şekillendiren neoliberal tasarımı sorgulamak daha anlamlı görünüyor. Bu tasarım, “döviz kuru yönetimi, para politikası ve maliye politikası” gibi üç önemli ekonomi politikası avadanlığını depoya kaldırdı. Döviz kurunu ayarlayamayan, faizlerini belirleyemeyen ulusal hükümetler adeta bir cendereye sokuldular. Maliye politikalarında da %3 bütçe açığı sınırını aşamayan, bölgenin GSYH’sının %1’iyle sınırlı Avrupa bütçesiyle yaralarına çare bulamayan hükümetler için mali piyasaların şefkatine sığınmaktan başka çare kalmadı. Sol Keynesyen iktisatçı Thomas Palley’in sözleriyle, “bizzat avronun mimarisi tahvil piyasalarını ulusal hükümetlerin efendisi yaptı.” Medyada eleştirilen, “sorumsuz hükümetler” imajının tersine, hedef tahtasına konulan iki örnek, İspanya ve İrlanda hükümetlerinin 2008’deki durgunluğa kadar bütçe açıklarına ve kamu borçlarına gem vuran “mali sorumluluk” numunesi tutumları bile onları krizden kurtaramadı. Bir anlamda, “kuralların çiğnenmesi değil kuralların kendisi krize neden oldu” yorumu doğrulandı.

Soru 2- Avro Bölgesi Krizi nasıl derinleşti?

Avro bölgesi 12.5 trilyon dolarlık bir ekonomi. Almanya’da ve Fransa’da kişi başına gelir 40 bin dolar civarında. Göreceli daha yoksul “Club Med” olarak adlandırılan İspanya, Yunanistan ve Portekiz’de bile kişi başına gelir Türkiye’nin iki katından fazla, sırasıyla 29, 26, 20 bin dolar. Buna karşın işsizlik oranı %10. İşsizlikte en vahim tablo, % 20.9'la 25 yaşın altındakilerde  gözleniyor. İspanya’da genel işsizlik oranı %21.2’ye, 25 yaş işsizlik oranı ise %46.2’ye kadar yükseliyor. Üstelik bir iş bulanlar da giderek daha fazla geçici, kısmi zamanlı, sözleşmeye dayalı güvencesiz işlerle yetinmek zorunda kalıyor. Avro krizinde dizginleri ele alan, “Avrupa Komisyonu, Avrupa Merkez Bankası, IMF”den oluşan “Troyka” kamuoyuna sorunun nedenini, başta Yunanistan olmak üzere borca ve bütçe açıklarına batmış ulusal hükümetler olarak sunuyor. Halbuki bunlar yalnızca krizin semptomları. Asıl neden, 2008’de derinleşen küresel finansal krizin faturasının kamu tarafından üstlenilmesi. Hepsi Avro kullanmayan 22 AB ülkesinde Ekim 2008 – Ekim 2010 arasında finansal sektöre tam 4.5 trilyonluk destek sunulmuş. Bunun bir kısmı garantiler biçiminde de olsa, “yardım” yaftası altında doğrudan ödenen kısım 2008’de 237 milyar, 2009’da 354 milyar avroyu buluyor. Bu miktar aralarında tarım, balıkçılık, ulaşım altyapısının bulunduğu tüm “üretici” sektörlere yapılan yardımın beş katına ulaşıyor. IMF’nin kendi yayınlarından, Avro bölgesinde krizin etkilerinin makro göstergelere yeni yeni yansıdığı 2008’de, bütçe açığı ortalaması GSMH’nın %2.1 ile makul bir düzeyde iken, finansal kurtarma paketleri kamburunun da etkisiyle bu açığın 2009’da %6.4’e, 2010’da ise %6.2’ye yükseldiğini görüyoruz. Bu korkutucu rakamlarda kriz nedeniyle vergi gelirlerinin düşmesinin, işsizlik ödentisi gibi sosyal programların kabarmasının da haliyle payı var. Bu eğilimin doğal bir sonucu da, Avro bölgesinde 2007’de GSMH’nın %72’si düzeyindeki kamu borçlarının ani bir sıçramayla 2010’da %93’e yükselmesi. Özetle, kamunun krizi, özel sektörden, özellikle finans sektöründen kaynaklandı. Finans kapitali kurtarmak için vergi mükellefinin cebine uzanan el sade yurttaşlara işsizlik, yoksulluk biçiminde geri döndü,sıradan yaşamları cehenneme çevirdi.Dolayısıyla avro bölgesinde bir sınıf savaşı yaşanıyor.

Soru 3- Avro krizine neşter vurmak için en son toplanan Brüksel zirvesinden ne karar çıktı?
Avrupa liderleri, olmazsa maliye bakanları, merkez bankası başkanları sık sık toplanıp uzun uzun müzakere ediyorlar, yeni kararlar alıyorlar, piyasaları itidale davet ediyorlar; kısa bir süre için iyimserlik rüzgarı estirince, çok geçmeden kriz tekrar nüksettiğinde bir araya gelmek üzere dağılıyorlar. The Guardian gazetesinin ekonomi editörü Larry Elliot’a göre bu süreç yeni bir Avrupa’nın doğum sancılarının çekildiği, tam dokuz ay süren 1815 Viyana Kongresi’ne benzetilebilir. Elliot ekliyor, o dönemlerde kredi temerrüt swapleri (CDS), tahvil spreadleri, rating kuruluşlarının aniden not açıklamaları gibi işi daha da karmaşıklaştıran ayrıntılar yoktu.

Brüksel’den çıkan kararları yorumlamadan önce neden bir türlü kalıcı bir çözüm bulunamadığını kısaca tartışalım.Kriz yönetiminde başrole soyunan Almanya Başbakanı Angela Merkel ve Fransız Cumhurbaşkanı Nicholas Sarkozy son tahlilde piyasa sisteminin erdemine inanan, neoliberal düzenle bir sorunu bulunmayan figürler. Keza Avrupa Merkez Bankası Alman Bundesbank modelinde aşırı muhafazakar, 1930’ların Weimar Cumhuriyeti’nde banknotların el arabalarıyla taşındığı hiperenflasyon döneminin kabuslarını hala uykularında gören bürokratlardan oluşuyor. IMF’nin bu konulardaki vicdan fakiri tavrını ise, herhalde biz Türkiye vatandaşlarından daha iyi bilen bir türe dünya üzerinde rastlamak kolay değil. Dolayısıyla büyüme ve istihdamı ikinci plana atan, emekçilere bedel ödeterek kemer sıkma önlemleriyle düze çıkmayı umut eden bir zihniyetle karşı karşıyayız. Kriz döneminde onca yaşanan sıkıntıya rağmen hala piyasa sinyallerine prim veren, öncelikle piyasa aktörlerine güven aşılamaya özen gösteren bir yaklaşımla sorunları çözmek mümkün değil. Çünkü kamu kaynaklarını seferber edip, “karlar özel zararlar kamusal” zihniyetine ilişmeksizin,finans kapitalin vurgun vuran temsilcilerine selam çakıp, vurgun yiyenlerinin yardımına koşunca haliyle kamu borçları kabarıyor. Kamu borçlanmak için yine özel sektörün hizmetine sığınıyor ve yeni bir krizin patlak vermesinin koşulları oluşuyor.

Çözüm sorusunda değineceğimiz gibi emeğiyle geçinenlerin alım gücünü artıran, kamunun ekonomik yaşama üretici ve yatırımcı olarak daha aktif katılımının önünü açan radikal bir sıçrama gerçekleştirmediği takdirde, Avrupa “acil, olağanüstü tarihi” gibi sıfatlarla süslenen zirveleri konuşmaya devam eder. Gelelim alınan kararlara; öncelikle Yunan kamu kağıtlarında %50 traşlama uygulanacak. Bu da Alman bankalarına 5, Fransız bankalarına 9, kendi hazine kağıtlarının %18’ini elinde tutan Yunan bankalarına 30 milyar avro taze para enjeksiyonu demek. Bu arada Yunan kağıtlarını borç alıp açığa satanlar ciddi karlar sağlayacak. Bankalar bu indirimi “gönüllü” kabul ederse, bir temerrüt durumu ortaya çıkmamış sayılacak. Aksi takdirde CDS denilen kredi temerrüt sigortası sözleşmesi alanlar için gün doğacak, piyasalar tam bir kaosa sürüklenecek. Avrupa bankalarının 106 milyar avro  sermaye artırımı da karara bağlandı. Avrupa bankaları, küresel piyasaların en güçlü oyuncusu Amerikan para piyasası fonlarının avrodan kaçmasından muzdaripler. 106 milyar avro, çekirdek sermaye yeterlilik oranının %9’a yükselmesi için kullanılacak. Bu rakamın ne ölçüde kar dağıtmadan bankaların kendi kaynaklarından, ne ölçüde kamu bütçesinden sağlanacağı meçhul. Bankaların varlıklarını azaltarak bilançolarını daraltması ise kredi kuruması (credit crunch), yani durgunluğun derinleşmesi anlamına gelecek. 440 milyar dolarlık Avrupa Finansal İstikrar Fonu da yeni yatırımcılar da cezbedilerek 1 trilyon avroya çıkarılacak. Ayrıntıları öğrenmek isteyenler, Cannes’daki 3-4 Kasım G-20 zirvesini beklemeleri söyleniyor.Biz hiç tereddüt etemeden söyleyelim,krizin çok geçmeden nüksedeceğini öngörmek için kahin olmak gerekmiyor.

Soru 4- Avro bölgesi krizinde Almanya’nın hiç vebali yok mu?
Bilindiği gibi Almanya 3.3 trilyon dolarlık yıllık üretimle Avrupa’nın en büyük ekonomisi, yaygın kullanılan ifadeyle lokomotifi. Son bir yılda %1.6’lık Avro bölgesi ortalamasının üzerinde, %2.8’lik bir büyüme kaydetmiş. Dış ticareti 200 milyar dolar fazla veriyor. İşsizlik oranı %6.9’la geçmişe oranla oldukça yüksek seyretse de, %10’luk Avro Bölgesi ortalamasının hayli altında. Çıplak rakamların ötesinde, Avrupa’da yaşanan ekonomik sürece baktığımız zaman Almanya’nın hiç de masum sayılamayacağını görüyoruz. Öncelikle tek paraya geçiş sürecinde Avrupa’daki ticaret partnerlerinin Alman Markını çıpa kabul ettiklerini hatırlayalım. Daha o zamandan emek maliyetlerini amansızca düşürme harekatına girişen, aslında kendi parası Markın değer kazanmasına izin vermeyen, Berlin yarışa avantajlı başlamış oldu. İkincisi, 2000’lerle birlikte  ücretleri baskı altına alan ihracata dayalı büyüme modeline hız verildi. Almanya’da reel ücretler düşerken, nominal yani çıplak ücretler üretkenlik artışının gerisinde kaldı. Fransa’da ücretlerle üretkenlik artışı atbaşı giderken; Güney Avrupa ülkelerinde teknoloji ve işgücü kalibresinin de birlik ortalamasının altında olması nedeniyle üretkenlik artışı ücretlere ayak uyduramadı. Her yıl biriken ufak farklar, sonunda Almanya’nın Güney Avrupa ülkeleriyle arasında %25’lik, Fransa ile %15’lik bir rekabet avantajı kazanmasına yol açtı. Avro partnerleri yanında, dış dünyaya karşı da büyük ticaret fazlaları veren, ücretler yükselmediği için iç talebi de hızlı artmayan, dolayısıyla büyüme performansı da tatminkar seyretmeyen, “Avrupa’nın Japonyası” böyle yaratıldı. Üçüncüsü, 2005’ten başlayarak Alman hükümeti bütçeyi iyice sıkmaya başladı. Zaten özel sektörün de karları artmış, borçlanma talebi kalmamıştı. Doğal olarak elinde fonlar biriken Alman bankaları,cari açıklardan muzdarip diğer Avrupa ülkelerine bol kepçeden krediler dağıtarak, cari açıklarını finanse ettiler. Bu anlamda Yunanistan başta olmak üzere, çevre Avrupa ülkelerine yönelik kurtarma planları, aslında alacaklı konumundaki Almanya ve Fransa bankalarını düze çıkarma operasyonu olarak da kabul edilebilir.Hollanda,Avusturya,Finlandiya gibi “tuzu kuru”ülkeler ise bu süreçte Almanya'nın yardakçıları olarak dikkat çektiler.

Soru 5- Gerçekten Yunanistan’ın yaşadığı bir tembellik krizi mi?

Yaygın medyada tembel,miskin, gününü gün etmeye bakan Yunanlı mentalitesinin krizin başlıca nedeni olduğu kanısı yaygınlaştırılıyor. Bu yaklaşım, aslında işçilerin, emekçilerin tembel, vurdum duymaz, sorumsuz; buna karşılık sermayedarların çalışkan, disiplinli, üretken olduğu, bu nedenle “esnek emek piyasalarında” emek kesiminin terbiye edilmesi gerektiğini vazeden neoliberal kurguya uygun. Artık gına getiren bu malum zihniyeti biraz da Akdeniz güneşi, “uzo-balık-sirtaki” muhabbetiyle harmanlayıp, bilinç altından tam da silinmeyen Yunanlı önyargısıyla süslerseniz, bu hikayeyiTürkiye kamuoyuna satmakda pek zorlanmazsınız. Özellikle AKP’nin pompaladığı “yükselen Türkiye” imajı da egoları kabartıyor; biçare Yunanlı imajını pekiştiriyor. Konuya girmeden önce, döviz kuru oynamalarıyla Türkiye’de kişi başına gelirin 9 bin doların altına indiğini, Yunanistan’da ise 26 bin dolarda seyrettiğini, diğer bir deyişle ortalama Yunanlının bizden üç misli daha zengin olduğunu bir hatırlayalım. AB’nin istatistik kuruluşu Eurostat’ın verilerine göre, Yunanlı işçiler haftada ortalama 42 saat çalışırken, Avro Bölgesi Ortalaması 40 saat. Gelelim ortalama ücretlere; Yunanistan’da sosyal güvenlik ve vergiler dahil ortalama ücret 800 euro dolaylarındayken bu rakam İrlanda’da 1300, Fransa’da 1250, Hollanda’da 1400 avro. Yunanistan’da emekliler ayda ortalama 750 avro alırken, beyaz saçlıların eline İspanya’da 950, Belçika’da 2800 ve Hollanda’da 3200 avro.

Sıra geldi Yunanistan’da devlet dairelerinin tıka basa  memurla dolu olduğu mitine; Uluslar arası Çalışma Örgütü (ILO) verilerine göre, kamu çalışanlarının toplam işgücü içindeki oranı Yunanistan’da %22.3 iken, bu oran Fransa’da %30, İsveç’te %34, Hollanda’da %27; bir tek Almanya’da % 14' istihdam payıyla Yunanistan'dan belirgin bir biçimde düşük  istatistiklere rastlanıyor . Bu arada Yunanistan’da geçici sözleşmeyle çalışan kamu görevlilerinin sayısının 300 bin olduğunu da hatırlayalım. Costas Lapavistas ve arkadaşlarının Yunanistan üzerine yaptığı kapsamlı bir araştırmaya göre, ülkenin içine sürüklendiği kriz büyük ölçüde spekülatörlerin saldırısının bir sonucu. Daha önce böyle durumlarda devalüasyon yoluyla, aşırı gevşek para politikasıyla enflasyon yaratarak, borçlu ülkeler bedel ödeyerek de olsa krizden sıyrılabilirken,  Avro Bölgesinde bu yol kapalı. Kemer sıkarak bütçe açıklarını kısma politikası da, bu kurgu büyümeye izin vermediği,  vergi gelirleri aracılığıyla kamunun hasılatı artmadığı için sonuç vermiyor. Yunanistan, kamu varlıklarını, örneğin Pire’deki Akdeniz’in en büyük limanını haraç mezat satmaya zorlanarak, özeleştirme cenderesine sokuluyor.

(Birgün)

Hayri KOZANOĞLU | Tüm Yazıları
Hits: 1953