Görmez'in Görmediği
İnsanların adlarıyla, soyadlarıyla uğraşmak hoş bir şey olmasa da bazen denk düşüyor.
Örneğin, soyadı tilki olan bir yurttaşımız aynı zamanda kurnaz bir kimseyse, soyadının kendisine yakıştığı düşünülür.
Ya da, yine sözgelimi adı ya da soyadı cesaret kavramıyla ilgili birinin hiç de cesur olmayışı; aslan adı konulmuş bir başkasının aslanlıkla ilgisinin bulunmayışı gibi çelişkili durumlarla karşılaşırız.
Kişilik özellikleriyle ad ve soyadların uygunluk ya da uygunsuzluğu ilginç bir konudur.
Bence herkesin, ergenlik çağına ulaştıktan sonra, adlarında ve soyadlarında değişiklik yapmaya hakkı olmalıdır; ama bu bir başka konu…
Yazının başlığına dönelim…
***
En son hükümet kararnameleriyle kendisine protokolde en ön sıralarda yer verilen Diyanet İşleri Başkanımız, “Görmez” soyadını taşıyor.
Bu sık rastlanan bir soyadıdır ve hiç kuşkusuz bütün ad ve soyadları gibi saygındır.
Çünkü her birinin, özellikle de soyadlarının eskilere uzanan bir öyküsü, söylencesi, bir nedeni vardır.
Doğrusunu söylemek gerekirse Van depremi sonrasındaki Cuma namazında verdiği hutbeye gelinceye kadar, ben sayın başkanın soyadının farkında bile değildim.
Ama orada söyledikleri bana birden bu soyadını çağrıştırdı ve yazının başlığını esinledi…
***
“ Hutbe” sözcüğü Arapça “hitab”dan geliyor…
Sözlükteki anlamıyla “Cuma namazlarında hatiplerin okudukları Arapça dua ve öğütler”…
Dualar Arapça olsa da öğütlerin kendi dilimizde olması kaçınılmaz ve nitekim öyle oluyor…
Diyanet İşleri Başkanı sözünü ettiğimiz cuma hutbesinde, medyadan öğrenebildiğimiz kadarıyla, sıradan öğütlerin ötesinde felsefi konulara da değiniyor.
Fizik ve metafizik (fizikötesi) kavramlarından söz ediyor…
Hiç kimsenin deprem olgusunu sadece fay hatlarıyla açıklamaması gerektiğini ileri sürüyor…
Asıl büyük depremin gönüllerde, inançlarda yaşanacak depremler olduğunu, yeryüzü depremlerinin ve bu türden felaketlerin birer sınav olarak kabul edilmesi ve ümitsizliğe düşülmemesi gerektiğini savunuyor.
Sayın Görmez’in söylediklerini buraya bütünüyle alma olanağımız yok.
“Hutbe”nin özeti bu…
Son olarak da yaşanan felaketin “milletimizin topyekûn içine girdiği dayanışma ruhunu; gönül dünyamızın, inanç dünyamızın fay hatlarının ne kadar sağlam olduğunu gösterdiğini” dile getirerek Tanrı’ya hamdediyor…
***
Bütün bunlarda ne var, bir din adamı elbette böyle konuşacak, böyle konuşmalı diyebilirsiniz…
Bence hiç böyle değil…
Düşündüklerimi, iki romandan iki örnekle açıklamaya çalışayım…
İkisi de dilimize çevrilmiş bu yapıtlardan ilki Graham Green’in “İşin Özü” adlı romanı olsun…
Bu romanın ilk sayfalarından başlayarak, şimdi anımsadığımca, dalgaların yuttuğu bir çocuğun acıları karşısında bir din adamının yaşadığı iç çelişkiler, inanç ve inançsızlık arasındaki gelgitleri anlatılır…
İkinci roman Albert Camus’nun “Veba”sıdır…
Buradaki din adamı da vaazlarla yetinmez…
Vebanın kasıp kavurduğu kentteki insanların felaketlerine ortak olur…
Sonunda da, acı içinde kıvranarak can veren bir çocuğun acısını kendi bedeninde de yaşayarak o acıya ortak olmak ve böylece de inancını sınamak ve kanıtlamak için, veba kurbanlarının cesetlerinin yakıldığı ateşe kendini atar…
Yazınsal yapıtların dışında, somut yaşamda da, bu gibi örneklerin varlığını biliyoruz…
Güney Amerika ülkelerinde din adamlarının devrimlerdeki rolü, bu olgunun çağdaş ve çok üst düzeyde bir örneğidir…
***
Bizim Prof. Dr. Mehmet Görmez’in, sözünü ettiğim bu romanlardan, Batı edebiyatında başkaca örnekleri bulunan benzerlerinden, bütün bunlardan ne ölçüde haberi vardır bilemem…
Fakat bakan eşliğinde felaket bölgesi ziyaret edilerek; iki dirhem bir çekirdek, kendinden son derece hoşnut bir eda ve görünümle, yaşanmış acıların üzerine sünger çekercesine, cuma hutbesinde fizik ve fizikötesi konularda din kitaplarının bilinen görüşlerini tekrar edip sabır ve ümit öğütleri vermekle, gerçek anlamda din adamı olunamaz…
Olunsa olunsa, sömürü, talan ve uyutma düzeninin bu alandaki temsilcisi olunur…
Sayın Görmez’in ve benzerlerinin görmedikleri, göremedikleri budur…
(Cumhuriyet)
Hits: 2582