Hrant Dink Vakfı’nın üç yıldır verdiği Uluslararası Hrant Dink Ödülü’nün bu yılki sahibi Ahmet Altan oldu. Ödül her yıl, “ayrımcılıktan, şiddetten arınmış, daha özgür ve adil bir dünya için çalışan, bu idealler uğruna bireysel risk alan, ezber bozan, barışın dilini kullanan, bunları yaparken insanlara mücadeleye devam etme yolunda ilham ve umut veren kişilere” veriliyor.
2009’da verilen ilk ödülü Taraf gazetesi yazarı Alper Görmüş, 2010’dakini ikincisini ise Baltasar Garzon Real ve Türkiye Vicdani Ret Hareketi aldı, üçüncü yılında ise ödül Taraf’ın genel yayın yönetmenine verildi. Ödül komitesinin başında Ali Bayramoğlu, ödül komitesinde ise Adalet Ağaoğlu, Hasan Cemal ve Daniel Cohn-Bendit gibi isimler vardı; bu nedenle de ödülün Altan’a verilmesinde şaşılacak bir şey yoktu. Tam da bu yüzden Radikal gazetesi muhabiri İsmail Saymaz, haklı olarak cevabı içerisinde saklı olan şu soruyu soruyordu: “Hrant Abi adına verilen bu ödül liberal demokratlarımızın altın günü müdür?”
Ahmet Altan ödüle, “Türkiye'deki militarizm konularını gündeme taşıyarak, askeri otoritenin kırılması, sorgulanması, eleştirilmesi, ülkede demokrasinin yerleşmesi için çalıştığı, idealleri uğruna mücadeleye devam ettiği, cesur haberlerle gündemi belirlediği gerekçesiyle” layık görülmüştü. Ödülü alırken yaptığı konuşmada ise Altan şöyle diyordu: “Bu ödülü bir emanet olarak alıyorum. Bu korkunç vahşetin hesabını soran, cesur, dürüst ve onurlu bir yönetim çıkarsa, aldığım bu emaneti ona yine burada sevinçle vereceğim.”
Aynı tarihlerde, “Hrant’ın Arkadaşları”nın başbakana yazdığı mektup gazete köşelerindeki yerini alıyor, “Hrant’ın Arkadaşları” başbakandan cinayetin aydınlatılmasını talep ediyorlardı. İlginç olan, -belki de olmayan- cinayetin aydınlanması talebinde bulunanlardan bir tanesinin bile ödülün Altan’a verilmesine dair herhangi bir itirazı dile getirmeyişleriydi.
Oysa Altan’ın başında bulunduğu gazete, en başından beri, cinayetin kilit isimlerinden biri olduğu öne sürülen Ramazan Akyürek ismini gündeme getirmekten ısrarla kaçınmıştı. Askeri vesayetle mücadelenin polise demokratik bir nitelik atfetmeyi gerektirmesinden olsa gerek, Emniyet İstihbarat Dairesi’nin ve o dönem başında bulunan ismin cinayetle bağlantılı olup olmadığına ilişkin dişe dokunur tek bir haber yapmadı Taraf gazetesi. Hâlbuki Ogün Samast’ı yönlendiren Yasin Hayal ve Erhan Tuncel’in polisle olan bağlantısı da, cinayetin işleneceğinden Akyürek’in ve Emniyet istihbaratının haberdar olduğu da defalarca dile getirilmişti.
Altan ve gazetesi, bu bağlantıyı ısrarla görmezden gelmekle yetinmedi; katilin ve azmettiricilerinin BBP’yle olan organik ilişkilerine de bir haber değeri biçmedi; aksine, AKP iktidarına verdiği destek nedeniyle BBP’nin başındaki isim, Muhsin Yazıcıoğlu, ölümünün ardından adeta bir demokrasi kahramanı ilan edildi. Gazeteye göre, Yazıcıoğlu’nu Ergenekon NTV stüdyolarından gönderdiği sinyallerle helikopterini düşürerek öldürmüştü.
Taraf’ın iki yazarı Emre Uslu ile Mehmet Baransu ise Dink cinayetini aydınlatacak en önemli bilgilere ulaşan bir ismi, Nedim Şener’i, köşelerinde ve televizyon ekranlarında günlerce hedef tahtasına oturttular ve Şener’in cemaate uzanan bulgularını değersizleştirip geçersizleştirmek için ellerinden geleni yaptılar. Cemaatle ilgili bir kitap yazmakta olan Ahmet Şık Nedim Şener’le birlikte tutuklandığında ise Taraf’ın bütün yazarları Şık ve Şener’in Ergenekon üyesi olduklarını ispatlama yarışına girdiler. Oysa iki gazeteci de, cinayetin nereye uzandığına dair önemli ipuçlarına ulaşmışlardı.
Taraf gazetesinin eski yazarlarından Dağhan Irak ödülün hemen ardından yazdığı yazıda Taraf ve Altan’la ilgili olarak şöyle söylüyordu: “Geçtiğimiz yıl Ağustos ayının ilk haftası, hükümet Hrant Dink davasındaki sorumluluğunu üzerinden atmak için devlet adına verdiği savunmada Dink'i Naziler'e benzetirken, benim o zaman yazarı olduğum, Ahmet Altan'ın genel yayın yönetmeni olduğu Taraf Gazetesi, bu duruma anlamlı bir tepki vermeyi reddetmişti. Bunun üzerine ben 16 Ağustos 2010 tarihli Taraf'ta Fenerbahçe-Antalyaspor maç yazıma şöyle başlamak zorunda kalmıştım; 'Şükrü Saracoğlu'nda tribünler yurttaşını sokak ortasında vurduran bir devlet kadar suskun, hava ise Avrupa kapılarında bir cinayetin bahanesini anlatmaya çalışanlar kadar iç bayıcıydı.' O gün Ahmet Altan'ın o tavrı bana utanç verdiği için maç yazısına sıkışan bir itirazdı bu. O gün Altan bana utanç verirken, dün Altan'a Hrant Dink Ödülü verildi.”
Ahmet Altan’a Hrant Dink Ödülü verilir ve “Hrant’ın Arkadaşları” başbakandan cinayetin aydınlatılmasını talep ederken, Şener ve Şık Silivri’deki hücrelerinde savunmalarını hazırlıyor olmalıydılar. Ne de olsa mahkeme haklarındaki iddianameyi kabul etmiş ve 22 Kasım 2011 tarihini ilk duruşma günü olarak belirlemişti.
Sadece Şener ve Şık değil, Yalçın Küçük, Doğan Yurdakul, Soner Yalçın, Barış Terkoğlu, Barış Pehlivan, Müyesser Yıldız, Coşkun Musluk ve Sait Çakır da savunmalarını hazırlıyor olmalıydılar. Ne de olsa, iddianameye göre “Ergenekon’un medya ayağı”nda birlikte çalışmışlar, “halkı kin ve nefrete sevk edici”, “hükümeti yıpratıcı” ve “yargıyı etkileyici” faaliyetlerde bulunmuşlardı. Şener ve Şık ise örgüte üye olmamakla birlikte yazdıkları ya da yazacakları kitaplarla bu faaliyetlere destek vermişlerdi.
Hem sanıklar hem de sanık avukatları, eminim ki 22 Kasım’daki ilk duruşmaya sıkı bir şekilde hazırlanıyorlardır. Ancak 134 sayfalık iddianamede sanıklara isnat edilen suçlarla ortaya konan deliller arasında öyle büyük bir uçurum bulunuyor ki ve iddianame öylesine gelişkin bir hayal gücünün eseri ki, insan, Yalçın Küçük, Soner Yalçın ve diğer sanıkların böylesi bir hayal gücüne karşı kendilerini nasıl savunacaklarını ve işlerinin sahiden de çok zor olduğunu düşünmeden edemiyor.
Arkadaşım ve meslektaşım olan Coşkun Musluk’la ilgili iddialara bakalım örneğin. İddianamede yer alan satırlara göre Coşkun bir arkadaşıyla internet üzerinden sohbet etmiş ve bu sohbet esnasında “PKK bir kurumdur” demiş. Yanı sıra PKK’yla irtibatlı olduğu “delilleriyle birlikte ispatlanmış olan” Yalçın Küçük’le sık sık görüşmüş, ondan talimatlar almış ve müstear adla yazılar yazmış. Bu yazıların içeriğine bakıldığında ise “Abdullah Öcalan’ın söylemlerinin ön planda tutulduğu ve yazıların içeriğinde sık sık PKK Terör Örgütünün yayın organı olduğu bilinen Fırat Haber Ajansından (fıratnews.com) alıntılar yaptığı tespit” edilmiş. Coşkun Musluk bununla da yetinmemiş ve başka bir arkadaşından telefonla iki kitap istemiş. Arkadaşı ise birisinin adı “Öcalan’ın İmralı Günleri” ötekinin adı ise “Öcalan’a Soruldu” olan bu kitapları temin edeceğini söylemiş.
PKK’dan bir kurum olarak söz etmenin ya da müstear adla yazılar yazmanın neden suç olduğu soruları bir yana, henüz herhangi bir örgütün üyesi ya da yöneticisi olup olmadığı kanıtlanamamış birinin başka birine nasıl talimat verebileceği ve bunun hangi suç kapsamına gireceğinin de ayrıca tartışılması gerekiyor. Hemen hemen her kitabevinde bulunabilecek olan ve üzerlerinde herhangi bir yasaklama kararı bulunmayan iki kitabı okumak istemenin terörist olmaya yetmesi ve bu isteğin bir telefon dinlemesi ile tespit edilip iddianameye konulması ise bambaşka bir mevzu.
Dediğim gibi Coşkun’un da, Coşkun’unkinden pek de farklı olmayan iddialarla suçlanan diğer sanıkların da işleri çok zor; kendilerinden, olmadıkları bir şeyi sahiden olmadıklarını ve yapmadıkları şeyleri sahiden de yapmadıklarını ispatlamaları bekleniyor, çünkü özel yetkili adaletin mantığı bunu gerektiriyor.