Adalet "kuvetler" kıskacında.

“Yargı bağımsızlığı, yalnız başına yargıçların takdirine bırakılamayacak kadar ciddi bir iştir.” 2001 Anayasa değişikliğini izleyen yıllarda Adalet Bakanlığı’nca yürütülen, “AB ve Uyum yasaları” üzerine seminerlerinden birinde, kişi özgürlüğünde yargıç güvencesi getirilmesinin önemini vurgulamıştım. Toplantı arasında yanıma gelen kıdemli bir yargıca ait olan aktarılan cümlenin özü, “yargıya fazla güvenmeyin”di.

İlerleyen ay ve yıllarda, Anayasa ve İnsan Hakları programları sırasında, yargı ortamını biraz daha yakından tanıdım. Ama, “halkı kin ve düşmanlığa tahrik” (TCK m. 216) suçu iddiasıyla, Prof. Oran ve tarafıma açılan dava, İstanbul yargıcının uyarısını sınama vesilesi oldu.

İlk duruşmada dava yargıcı, dosyayı okuma fırsatı bulamadan davayı kabul ettiğini itiraf ediverdi. Oysa, benim hukuk bilgime göre, dosya okunmadan dava açılamazdı. Üstelik, sanık sandalyesine oturtulan kişiler, kendilerini Anadolu’nun yerlisi hissedemeyen zevatın oklarının hedefi haline getiriliyordu.

Gerçi, İnsan Haklarını belli bir ırkın üstünlüğü ve hâkimiyeti olarak gören bir güruh, bayağı patırtı koparmıştı. Ama bu takım, “resmen” cesaretlendirilmişti. Buna bir de,  topluma gerçek ve doğru haber iletme görevi yerine, kendisine “4. kuvvet” vehmeden basın-yayın organları eklenmişti. Gerçekleri saptırma, hakaret ve sövme  bazı gazetecilerin ortak paydası haline gelmişti. Ama, bunların yanısıra, yargıç için asıl belirleyici etken, Başbakanlık İnsan Hakları Başkanlığının hakkımızdaki suç duyurusu olmuştu…Dava, ilerleyen aşamalarda, idarî ve siyasal makamların yargı üzerindeki etkisini açıkça gösterecekti.

Öte yandan, bağımsızlık sorunu, sadece iktidara karşı değil, 4.kuvvet olma iddiasındaki basına karşı da kendini göstermekte idi. Özellikle, hakaret eden ve dosyadaki belgeleri çarpıtan gazetecilerin yazılarını, “ifade özgürlüğü” sayan yargıçlar, kuşkusuz taraftı; ama İnsan Haklarının değil…

Gözlem 1: 2004’te, şu veya bu biçimde kamuoyunda patırtı yaratan kesimleri, “azınlık hakları” düşmanı olarak görüyordum. Sonra, anladım ki, onlar asıl “İnsan Hakları” düşmanı…

Gözlem 2: Bu düşmanlıkta, milliyetçi-ulusalcı, muhafazakâr, iktidar yanlısı ve/ya karşıtı, pekala “aynı cenah”ta birleşebiliyordu.

*                                  *                      *

Bu gözlemleri, merhum Prof. Türkan Saylan’a ve ÇYDD’ye karşı TRT ve diğer resmî organların yürüttükleri karalama ve çökertme kampanyasında işbirliği içerisinde oldukları kesimler doğruluyor. Bu bakımdan, 18 Mart duruşması önemli…

*                                  *                      *

Ergenekon ve sonrası davalar zincirine gelince; Balyoz harekâtı ve OdaTV baskını, konunun farklı boyutlarını yeniden gündeme taşıdı. Burada şu üç gözlem öne çıkıyor:

-Darbe girişim ve/ya plânlarını, kendisini devirmeye karşı gördüğü için Hükümet, daha baştan kendini taraf ilân etti. Bu “taraf” konumu, lâik-antilâik karşıtlığı bağlamında daha da belirgin bir hal aldı.

-2010 Anayasa değişikliğiyle, yargı büyük ölçüde Yürütme’nin gözetim ve güdümüne sokulduğundan, Adalet Bakanı, artık 12 Eylül 2010 öncesi sıklığında konuşma gereği duymuyor. Buna karşılık, Başbakan, yargısal işlemler karşısında taraf konumunu her vesileyle daha belirgin hale getirmeye devam ediyor.

-Medya ise, özgürlük tarafı olmaktan çok, “kuvvet” algısını pekiştirmiş bulunuyor. Belki bir düzeltme gerekebilir: üç erk büyük ölçüde “Yürütme”de birleştiğine göre, kendisine artık 2. kuvvet demesi, daha yerinde olabilir, üstelik payanda kuvvet. Medya çatışması ise, düşünce özgürlüğü ortak paydasını yok ediyor.

Bu genel görünüm karşısında Anayasa, ne anlam ifade eder? Sadece iki örnek: “Kişi hürriyeti ve güvenliği” (m. 19), sürekli ihlâl edildi ve ediliyor: kolluk güçleri bir yere baskın yapıyor; basın kamuoyunu yönlendirirken, iş savcılığa intikal etmeden siyasal zevat konuşmaya başlıyor. Bu ortamda, yargıya bir kamyon belge ile gidiliyor…Dahası, yargıçlar bile henüz göremeden, birçok ses kaydı bir yerlerden kamuya ilan ediliyor. Yargıç, “nasılsa, bütün özel belgeleri de burada, o halde işine gidebilir; dava sırasında gerçekler ortaya çıkar…”  tercihi yerine, kolaycılığa kaçıp, tutukluyor. Bunda ise, yaratılan ortam belirleyici olabiliyor. Böylece, “mahkemelerin bağımsızlığı” (m. 138), daha baştan ihlâl edilmiş oluyor.

Ya verilecek karar? Kararın ne zaman verileceği yanısıra, nasıl verileceği de üzerinde durulması gereken bir sorun. Çünkü, mahkûmiyet kararı, yargı süreci işin başında zedelendiği için, darbeye karşı olan, ama hukuka da inançlı kesim için “âdil” bulunmayacak. Beraat kararı ise, bu davaları, “Türkiye’nin demokratikleşmesi”nin tek ölçütü olarak görenleri hayal kırıklığına uğratacak…

(Birgün 24.02.2011)

Prof. Dr. İbrahim Ö. KABOĞLU | Tüm Yazıları
Hits: 3205