“Bir: Eylülizm ile birlikte artık basın devletin bir parçası haline geliyor. Artık basının devletle özdeşleşmesi süreci, sonucuna bağlanıyor.
İki: Üniversite Türkiye’de kendi ölçütleri içinde düşünme arayışı içindeydi ve düşünmenin ipuçlarını veriyordu. (…) Eylülist darbe, üniversiteyi bir devlet parçası haline sokmakta gecikmedi; bir yandan liseleştirdi ve diğer yandan da üniversite öğretim üyelerini, düşünmekten korkan yaratıklar haline getirdi. Artık Türkiye’de üniversite diriliğini yitirmiştir. (…) Etkinliği azalıyor, umut olmaktan ve umut vermekten çıkıyor; ancak, tüm bunlarla birlikte, devletle kesişen değil, devletle tümüyle çakışan bir eksen haline geliyor.
Üç: Devlet, yine büyüyor ve yargı, yürütmenin bir kolu haline geliyor. Savcılıklar, her türlü hukuk saygısını bir kenara atarak, tümüyle polis işlevleriyle özdeşleşiyorlar ve daha da ötesi, siyasi iktidarın her türlü siyasi senaryosunun uygulanmasında aktif bir rol alıyorlar.
Dört: Devlet büyüyor ve siyasi polis, alanını genişleterek tam bir siyasi parti gibi çalışıyor. Polisin suç önleme ve suçluyu kovuşturma alanı tümüyle aşılarak siyasi polise yeni siyasi hareketleri caydırma yetki ve görevi veriliyor.
Beş: Devlet büyüyor ve artık Türkiye kararnamelerle yönetiliyor.”
Yukarıdaki satırlar, Yalçın Küçük’ün “Emperyalist Türkiye” isimli kitabından. Kitap 1993 yılında basılmış, kitapta yer alan ve yukarıdaki satırların geçtiği “Sürüler Dünyasında Demokrasi” isimli bölümse Küçük’ün 1990 yılında İskenderun Halkevi’nde yaptığı bir konuşmanın metni.
Basının devletin bir parçası haline geldiği, üniversitelerin üniversite olmaktan hızla uzaklaştığı, yargının yürütmenin bir kolu haline gelip polisle bütünleştiği ve iktidarın siyasi projelerinin hayata geçirilmesinde etkin bir rol oynadığı, polisin işlevinin giderek arttığı ve adeta bir parti haline geldiği, siyasi iktidarın anayasa ve yasaların üzerinden kolaylıkla atlamak ve parlamentoyu devre dışı bırakmak için ülkeyi kararnamelerle yönettiği bir Türkiye’den bahsediyor Yalçın Küçük.
Yıl 1990, 12 Eylül darbesinin üzerinden 10, ANAP’ın iktidar olmasının üzerinden 7 yıl geçmiş ve anlaşılıyor ki, 20 Ekim 1991 yılında yapılacak ve ANAP’ın 8 yıllık iktidarını sona erdirecek seçimlere bir yıl kala, Türkiye’ye bakıldığında genel görünüm bugünküyle aşağı yukarı aynı. 21 yıl önceki konuşma, bugün de yapılsa, hemen hemen aynı şeyler söylenecek.
Peki, önce Milli Güvenlik Konseyi’nin sonrasında ise ANAP’ın yönettiği 12 Eylül rejimi ile bugün kurulmakta olan yeni rejim arasındaki benzerlik bir tesadüften ibaret olabilir mi? Ya da, tarih, hep söylendiği üzere, bir tekerrürden mi ibaret?
12 Eylül’le bugün arasındaki ilişkiye bakılırken, bir tesadüf ya da bir tekerrürden değil de, bir süreklilik ilişkisinden bahsetmek, olan biteni anlayabilmek açısından çok daha anlamlı görünüyor.
Bu ise, 12 Eylül’e, basitçe, Türkiye solunu siyasal denklemin dışına çıkaran ve siyasal İslam’ın önünü açan bir darbe olarak bakmanın ötesine geçmeyi gerekiyor. AKP’nin 12 Eylül’ün bir ürünü olduğu yönündeki tespit, bunun çok daha ötesine, cuntacıların inşa etmek istedikleri rejimle, AKP’ninki arasındaki örtüşmeye odaklanmayı gerektiriyor. 80’lerde ANAP ve 2000’lerde AKP, Eylülist rejimi inşa eden/etmesi murat edilen partiler olarak karşımıza çıkıyorlar.
İşte tam da bu nedenle Türkiye ekonomisini neoliberalizmin hükümranlığı altına sokan 24 Ocak Kararları ile bu hükümranlığın ancak olağanüstü bir rejimle söz konusu olabileceğinin bilinciyle yapılan 12 Eylül darbesini yeni rejim/AKP Türkiye’si açısından bir milat olarak görmek gerekiyor.
1980’ler boyunca ANAP iktidarı ile denenen, 2000’lerde AKP iktidarı ile deneniyor. Liberalizmle muhafazakârlığın ve her ikisini sentezleyen bir totalitarizmin sacayaklarını oluşturduğu yeni bir rejim inşasına, 90’lı yıllarda verilen aranın ardından, günümüzde yeniden girişiliyor.
Bu noktada, “90’lı yıllarda verilen ara” üzerinde biraz daha ayrıntılı bir şekilde durmak gerekiyor. 1990’lara girilirken, Türkiye, darbenin etkisini yavaş yavaş üzerinden atmaya başlıyor. 89 Bahar eylemleri ve Zonguldak maden işçilerinin 90-91 yıllarına yayılan grev ve direnişleri, 12 Eylül rejimine yönelik ilk toplumsal muhalefet dalgasını oluşturuyor. 1991 yılında yapılan seçimlerde ise 8 yıllık ANAP iktidarı sona eriyor ve DYP-SHP koalisyonu kuruluyor. Bu hükümetle birlikte, Türkiye tam 11 yıl sürecek bir “fetret devri”ne, bir “koalisyonlar çağı”na giriyor.
Bu dönemi, Türkiye’nin düzeni açısından tam bir meşruiyet krizi dönemi olarak görmek gerekiyor. Krizin kökeninde ise devrimci demokrasinin, siyasal İslam’ın ve Kürt hareketinin düzene meydan okuması bulunuyor, bu üç hareket 90’ların sonuna kadar düzeni ciddi bir şekilde sallıyor.
28 Şubat sürecini, düzenin, bu üç harekete de verdiği bir yanıt olarak okumak mümkün görünüyor. Bütün bir 90’lı yıllara yayılan yargısız infazlar, Gazi katliamı, F tipi cezaevlerinin inşası, ölüm oruçları ve Hayata Dönüş operasyonuyla devrimci demokrasi siyasal denklemin dışına çıkarılıyor.
1997’de, Refah Partisi ile Doğru Yol Partisi’nin kurduğu koalisyon hükümetinin devrilmesi, izleyen yıllarda ise İBDA-C lideri Salih Mirzabeyoğlu’nun yakalanması ve Hizbullah lideri Hüseyin Velioğlu’nun öldürülerek silahlı İslami akımların tasfiye edilmesi, nihayetinde ise Milli Görüş hareketinin ikiye bölünerek AKP’nin kurulmasına giden yolun açılması, düzenin siyasal İslam’a vermiş olduğu bir yanıt olarak karşımıza çıkıyor.
ABD ve İsrail’le birlikte Abdullah Öcalan’ın Suriye’den çıkarılması ve sonrasında uluslararası bir operasyonla Türkiye’ye getirilmesi ise düzen tarafından Kürt hareketinin tasfiyesi için atılmış bir adım olma niteliğini taşıyor.
İşte AKP iktidarı, “90’lı yıllarda verilen ara”nın ardından, 90’lara damgasını vuran bütün siyasal öznelerin tasfiye edildiği/etkisizleştirildiği bir konjonktürde, düzlenmiş bir zeminde iktidara geliyor ve 12 Eylül darbesiyle başlayan yeni rejim inşasına ANAP’ın bıraktığı yerden ve yaklaşık 11 yılın ardından çok daha hızlı bir şekilde devam ediyor.
Bu noktada, söz konusu inşa sürecine, ANAP dönemindekinden farklı olarak iki siyasi öznenin daha katıldığını belirtmek gerekiyor. Bunlardan ilki, 80’ler Türkiye’sinde bugünkü kadar güçlü olmayan Cemaat; ikincisi ise 90’ların ortalarından itibaren ortaya çıkan ve kimilerince neo-kemalizm olarak adlandırılan, benimse uluslararası bağlamına da yerleştirerek, Avrasyacılık olarak adlandırmayı tercih ettiğim akım. (Kürt hareketinin 2005’ten itibaren yeniden etkin bir siyasal özne haline geldiğini ve Avrasyacılığın tasfiyesinin ardından iktidar tarafından yeni rejim inşasına karşı durabilecek tek güç olarak görüldüğünü geçerken not etmiş olalım.)
Cemaat, yeni rejimin AKP ile birlikte kurucu unsurunu oluştururken, Avrasyacılık yeni rejim inşasına karşı direnç gösterebilecek özneleri bünyesinde birleştiriyor. 90’ların sonu ve 2000’lerin başından itibaren ordunun ve bürokrasinin kimi unsurları, bazı siyasi partiler ve bazı STK’lar, Türkiye’nin ABD/AB ekseninden ayrılıp, Çin, Rusya, İran eksenine dâhil olmasını isteyen Avrasyacılık çatısı altında buluşuyorlar.
Ergenekon ise yeni rejim inşasına girişen güçlerin, Avrasyacıların tasfiyesi için devreye soktuğu, toplumsal meşruiyetinin sağlanmasına büyük önem verilen, polisiye ve adli bir operasyon süreci olarak şekilleniyor.
Rejimden rejime geçiş anlamında bir iç savaş olma niteliği taşıyan bu sürecin 2011 YAŞ’ının hemen öncesinde, Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanlarının istifası ile sona erdiğini söylemekte bir sakınca bulunmuyor. Yeni rejim, şimdilerde anayasasını bekliyor.
Yalçın Küçük’ün yazının başında söz ettiğimiz ve 90’ların başında yayınlanan kitabına verdiği isim, yani “Emperyalist Türkiye”, günümüzü anlamak açısından 20 yıl öncesine nazaran çok daha anlamlı görünüyor. Yeni rejim, kendisini aynı zamanda bir taşeron imparatorluk olarak da kuruyor ve şimdilerde ilk seferine, Suriye seferine hazırlanıyor.