Türkiye Cumhuriyeti’nin birinci yüzyılını kapatırken bugünkü sonuca baktığımızda, koca bir yüzyılın sonunda geldiğimiz yerden mutlu muyuz? Yüzyılın sonunda Türkiye’nin uluslararası arenada yeri yükseldi mi? Birinci yüzyılı kapatırken yapacağımız kutlamaları kalp huzuru ile yapabilecek miyiz? Geçmişten ileriye bakarken, bu muhakemeyi mutlaka yapmak durumundayız. Aksi halde, geçmişten aldığımız dersler birer öğreti olarak gelecek programlarımızın düsturu olamaz. Bu amaçla, her şeyden önce geçmişin olabildiğince açık yüreklilikle tartışılıp, gereği biçimde eleştirilmesi kaçınılmazdır.
Geçmişin yargılanmasında elimizdeki en önemli mihenk taşı, tüm yaşanmışların bugüne yansımış birikimli verileridir. Söz konusu maddi veriler sepetinde başta ekonomi olmak üzere, sosyal ve siyasal alanda yaşanarak geçmişten bugüne birikerek akan sonuçlar bulunmaktadır. Bu alanlarda gördüklerimiz ve yaşadıklarımızdan bugün mutlu muyuz?
Değerli okuyucu dostlarım, müsamahanıza sığınarak kanaatimi belirtmeme izin verirseniz, ben tüm bu durumlardan fevkalade rahatsızım ve mutsuzum! Eğitim hizmetinin ve akademinin durumu içler acısıdır. Sağlık hizmeti Türkiye’nin kapasitesinin çok altındadır ve farklı kesimlere farklı düzeyde hizmet sunan düzensiz bir yapıdadır. Adalet konusunda ben mutsuzum, acaba sizler mutlu musunuz? Hele de devlet yönetim sistemine baktığımızda, bu sistem ne dahiyane bir buluştur, ne günümüzde bazı ülkelerde uygulanan bir yönetsel sistemdir, hatta ne de geçmişte uygulanmış tarihsel değeri haiz bir sistemdir. İçinde bulunduğumuz siyasi yönetim sistemi, hiçbir teori ve mantık yapısına oturtulamayan, kimi hukuk dehalarının siyasi erke sunduğu zeka sıçraması biçiminde kasıtlı oluşturulmuş bir gütme sistemidir.
Peki, bu sistemi biz mi oluşturduk, ya da biz mi istedik? Karmaşık devlet sistemi ile ilgili meseleleri samimi halkla tartışamayız, aynen bir tıbbi sağaltım yönteminin tartışılamayacağı gibi. Her mesele ancak kendi bilim grubunda tartışılır. Peki, halk oylamasına güvenmemiz gerekmez mi? Tabii ki, gerekir. Ancak, halk oylaması halkın kanaati olmayıp, kimi aydınların ve medyanın halkı yönlendirmesinin bir sonucudur. Dolayısıyla, halkın aleyhine işleyen bu acayip sistemden halkı değil, halkı etkileyen, yönlendiren ‘Yetmez, ama evet’ sloganının mucidi aydın çevreleri(!) ve benzeri çıkar gruplarını sorumlu tutabiliriz. Hey gidi Platon, hey; devletin aydın ve faziletli kişiler tarafından yönetilmesi kuralını tarihe kazımış gerçek aydın! Ne var ki, Platon’dan günümüze dek ahlak ve fazilet erimiş, yerini servet ve servete ulaşım hırsı almıştır. Bu öyle bir hırstır ki, ne vicdan dinler, ne de toplumsal yarar! İşte böylesi dünyevî güdülerdir ki, günümüz siyasilerini asfaltla döşenmiş yollar üzerinden toplumlarını cehenneme sürükleme suçuna iter.
Cumhuriyetin akli hür, vicdanı hür bilim insanı yetiştirme sistemi, günümüzde skolastik eğitimle emir almaya ve sorgulamadan uygulamaya amade köle yetiştirme sistemine dönüştürülmüştür. Canlı organizmaların en ufak parçasının hücre olması gibi, toplumların da en ufak parçası insandır. İnsanın oluşturulması, imam hatip sisteminden başlatılıp, apartman-üniversite kurumlarında gerçekleştirildiğinden, yetiştirilen örtülü toplu cehalet sisteminde siyasetin icraatı ve ona paralel seyreden emperyalizmin etkisi ve sonucu algılanamaz.
Yetişmiş insan değerinin en iyi örneğini bir yönü ile Almanya ve Japonya, diğer yönü ile de Çin oluşturur. Almanya ve Japonya İkinci Paylaşım Savaşı’nda maddi olarak çökertilmiş oldukları halde, biraz destek, fakat kendi insan güçleri ile derhal ayağa kalkmış ve günümüzün ileri teknoloji devi konumuna ulaşmıştır. Zira ne denli güçlü olursa olsun, bombalar maddi varlıkları tahrip eder, fakat insan beynini asla. Çin olayına baktığımızda ise, farklı bir manzara ile karşılaşırız. Bir zamanların esamisi okunmayan, hatta Avrupa lokantalarında “Çinliler ve köpekler” giremez levhalarına maruz bırakılan bir milyarın üzerindeki nüfus, Mao politikalarının eğitimi ve disiplini sonucunda bugünün kalkınmış yeni bir teknoloji devi olarak tüm dünyayı korku içinde kendisine hayran bırakmaktadır. Çin’in nüfusu değişmemiş, hatta azalmıştır, fakat halkının refah düzeyi ve buna paralel olarak uluslararası gücü fersah fersah artmıştır. Demem o ki, ulusların nüfusu iki ayakları üzerinde yürüyen ve tüm derdini sadece birkaç kelime ile anlatabilen varlık sayısı değildir. Ulusların nüfus varlığı, etrafını algılayabilen, algıladıklarını analiz ederek bir sonuca varabilen ve tün bunları anlık ve salt kendi mutluluğu adına değil, uzun dönem ve toplumsal mutluluğu da hesaba katarak yapabilen beyin gücünden oluşur.
Böylesi insan gücü bugünkü ucube yönetim sistemini kesinlikle yaratmayacağı gibi, yönetim sistemi olarak da kabul etmez. Böylesi insan gücü ne toplumsal birikimlerinin yok pahasına yerli ve yabancı sermayeye aktarılmasına müsamaha gösterir, ne de emperyalistlerin ülkenin ulusal politikalarının sulandırılmasına izin verir. Böylesi insan gücü ne doğanın kendisine en yüksek ilahi güç olarak armağan ettiği beynini bazı kurum ve/veya şahıslara teslim eder, ne de bu tür gerici dokuların toplumu örümcek ağı gibi sarmalamasına izin verir. Peki, bu insan gücünü, hangi siyasi doku kimlerle ne tür ilişki ağı içinde üretmiş olabilir ki!
Yetişmiş insan gücü tüm bu ve benzeri olumsuzluklara izin vermezse, demek ki, emperyalizmin ülkeyi kuşatmasının ve sömürmesinin en önemli altyapısını, olup-bitenleri anlayamayan insan dokusunu üreten felsefesiz eğitim sistemi ve gerici tarikat sistemi oluşturmaktadır. Bu havuzun oluşumunda, açıktır ki, siyasi erk başroldedir! Hal bu ise, cumhuriyetin yüzüncü yılını kutlarken, kuruluş amaçlarından bugünlerde nerelere geldiğimizi de düşünmeliyiz.
Haftaya, cumhuriyet yönetimini ekonomi ve sanayinin gelişimi açısından ele alalım.