İHSAN DAĞI
Cemaat ve tarikatların neredeyse karışmadıkları iş, konuşmadıkları konu kalmadı. Muhtemelen tarihlerinin en cüretkar dönemini yaşıyorlar. Osmanlılar altında bile bu kadar pervasız değillerdi. Korkarlardı devletin öfkesinden. ‘Güç merkezi’ gibi göründükleri anda Osmanlı çökerdi tepelerine çünkü.
Cumhuriyetin demokrasiye evrilme sürecinde giderek dokunulmaz hale geldiler. Evet, hiç hazzetmedikleri, hep kendilerini karşısında konumladıkları cumhuriyet ve demokrasi altında büyüdüler, serpildiler. Geniş kitlelere ulaştılar, kurumsallaştılar, şirketleştiler, devlete, sivil topluma nüfuz ettiler. Üstelik bütün bunlar tarikatların resmen ‘yasaklı’ olduğu bir hukuk düzeninde ve siyasal rejimde oldu.
Bugünkü varlıkları ‘sosyal bir realite’ olmaktan öte ‘hormonlu’ bir büyüme. Çok partili yaşama geçildiğinden bu yana türlü teşviklerle ekonomik kalkınmayı sağlayamayan iktidarlar, tarikat ve cemaatleri özel teşviklerle ‘kalkındırmayı’ başardı. Bu, özellikle ‘merkez sağ’ siyasetin bir başarısı! Elbette, 12 Eylül’ün ‘Atatürkçü’ paşalarının payını da unutmamak gerek.
Devletlular tarikat ve cemaatleri bir müsekkin olarak da kullanmak istediler, meşruiyet ve oy devşirmek için de. Vardığımız noktada kimin kimi kullandığı ortada. Siyasetin, özellikle de merkez sağ siyasetin bu yapılarla ilişkisini yeniden düşünmesinin, tarihsel ezberleriyle yüzleşmesinin zamanı. Cemaat ve tarikatlar ne bir oy deposu ne de siyasetin gereksinim duyduğu bir meşruiyet odağı. Aksine, her partiden ‘merkez seçmen’e hiç de sempatik gelmeyen, tepki duyulan, ‘marjinal’ görülen oluşumlar.
Biliyoruz ki sağ siyaset oldum olası tarikat ve cemaatlerle içli dışlı. 1950’lerde başlar bu ilişki. Tek parti döneminin ‘radikal laiklik’ uygulamalarıyla yeraltına çekilen bu gruplar çok partili yaşamda halk kitleleri üzerinde etkili bir network olarak yeniden ortaya çıkarlar. Partiler arası rekabette Demokrat Parti çizgisine yanaşan tarikat ve cemaatler ödüllerini de alırlar; daha doğrusu, sağ siyasete verdiklerinden çok fazlasını alırlar. Parlamentoya temsilci gönderdikleri de olur, bürokrasiden kota aldıkları da. İlerleyen zamanlarda iş, devletten ihale almaya, vakıflarına ve derneklerine vergi muafiyeti sağlamaya kadar varır.
1950’lerden bu yana merkez sağın siyasal aktörleri tarikat ve cemaat mensubu oldukları için kurmadılar bu al-ver ilişkisini. Oldukça geleneksel bir toplumda tarikat ve cemaatlerin önemli bir oy potansiyeline sahip oldukları varsayımıdır siyaseti tarikat ve cemaatlerle özel ilişkiler kurmaya iten. Yaklaşık yüzde 60’ını muhafazakar-dindarların oluşturduğu seçmen üzerinde tarikat ve cemaatlerin oldukça etkili olduğu düşünülüyordu.
Sonuçta, tarikatlar ve cemaatler 1950’lerden bu yana oy potansiyellerini ve meşruiyet sağlayıcı işlevlerini sağ siyaset üzerinde bir ‘denetim ve vesayet aracı’ olarak kullandılar. Dahası, siyasetle kurdukları bu ilişki 1960’ların sonunda merkez sağı böldü, 1990’ların sonunda da muhafazakar-dindar kimliği merkez sağın yegane alameti farikası haline getirdi. Kısaca ‘merkez siyaseti’ni yavaş yavaş ‘tüketti‘ fethetti. Ancak bunu yaparken ‘toplumsal‘ı da karşısına aldı. Sergiledikleri abartılı güç gösterileri ve marjinal görüşleriyle toplumun büyük çoğunluğunun tepkisine neden oldular.
Dolayısıyla, kendilerini ‘merkez’de konumlandıran bazı yeni ve eski partilerin hala tarikat ve cemaatlerle ‘iş tutma’ çabası, en azından bunların yaptıkları-ettikleri konusunda sessiz kalmayı tercih etmeleri pek anlaşılır gibi değil. Buna CHP de dahil. Bir yandan bu oluşumların oylarını kaybetmek istemiyorlar, öte yandan da bunların toplum ve siyaset üzerindeki ‘meşrulaştırıcı’ güçlerinin aleyhlerine dönmesini…
Tarikat ve cemaatlere hala bu özellikleri atfetmek, Türkiye sosyolojisini en azından elli yıl geriden takip etmek demek. Durum tam tersi; tarikat ve cemaatlerin ne oy potansiyeli abartılacak bir seviyede ne de meşrulaştırıcı bir işlevleri var. Bu yapılarla siyasetin kurduğu ilişki onları güçlendirmiyor, aksine zayıflatıyor.
Tarikat ve cemaatlerin sanıldığı kadar büyük bir oy potansiyeli de yok. Metropoll’ün Temmuz 2022 araştırmasına göre herhangi bir tarikat veya cemaatle bağlantısı/gönül bağı olanların oranı yüzde 4. Bu oranı az bulanlar, mensupların bir kısmının kendilerini sakladıklarını iddia edenler olabilir. Ancak, dönem ‘takiyye’ dönemi değil; özgüvenleri tavan yapmış, kendilerini dokunulamaz gören ve iktidar sananlar varlıklarını gizlemek değil abartmak eğilimindedir.
Sonuçta, toplumun yüzde 4’lük bir kesimi siyasal partiler için hala önemlidir elbette. Ancak sorun, bu kesimin oyunu almak için yapılanların toplumun geri kalanı tarafından nasıl karşılandığıdır. Bir parti, tarikat ve cemaatlerin oyunu almaya, onlara şirin görünmeye çalışırken çok büyük bir seçmen kitlesinin oyunu kaybedebilir.
Tarikat ve cemaatlerle ‘iş tutma’ geleneğinden gelen merkez sağ siyaset, 20 yıllık AKP iktidarının ve Gülen cemaati tecrübesinin ardından dini gruplarla kurulan vesayet ilişkilerinin toplumda kabul görmediğini anlamak zorunda. Kız çocukların okula gönderilmesinden hamile kadınların sokağa çıkmasına kadar her konuda ‘marjinal’ mesajlar veren dini grup ve aktörlerin toplumda yarattığı olumsuz algının siyasete yansıması kaçınılmaz. Kısaca, tarikat ve cemaatlerle kurulan ilişkiler siyasette bir avantaj değil bir yük artık.
Ezberlerimizi bozalım; tarikat ve cemaatler bugün güçlü görünüyor olabilirler ama bu toplumsal zemini olan bir güç değil, siyasetin sağladığı bir güç. Siyaset arkasından çekildiğinde de çökecek bir güç.
https://www.diken.com.tr/tarikat-cemaat-siyaset-kim-kime-muhtac/