Tuhaf günlerden geçiyoruz. Geçen hafta, Cumhur İttifakı'nın üyeleri arasında İstanbul Büyükşehir Belediyesi özelinde bir polemiğe (bu ilk değil) tanıklık ettik. AK Parti Genel Başkan vekili Numan Kurtulmuş, geçmişte suça karıştığı iddia edilen belediye çalışanlarının eylemlerinden ve işe alınmalarından, bu durum hakkında resmî olarak bilgisi bulunmayan Ekrem İmamoğlu'nun sorumlu tutulamayacağına dair gayet mantıklı açıklamalarda bulundu. Fakat İttifak'ın küçük ortağı MHP'nin genel başkanı buna itiraz etti.
Anlaşılan o ki Devlet Bahçeli'ye göre; adli sicili, kamu hizmetine engel durumda olmayan personelin eylemleri için bile Ekrem İmamoğlu'nu sorumlu tutmak mümkün.
Bu çıkışın, Türkiye'deki politikayı bilenler için "derin" anlamı şu: Bir yerlerde gizli kapaklı tutulan listelerde terör örgütleriyle "irtibatlı ve iltisaklı" olduğu iddia edilen kişiler var. Bu kişilerin ismi cismi yetkililerle paylaşılmamış olabilir. Buna rağmen bu kişilerin kamu hizmetine alınmış olmaları, onları işe alanlar hakkında terör örgütüne yardım ve yataklık suçlamasına dayanarak "soruşturma" açmaya yetebilir. Hakkında soruşturma açılan bir belediye başkanı da pekâlâ geçici olarak açığa alınabilir.
Peki ama bu fantezinin hukuken karşılık bulması mümkün mü?
Bir hukuk devletinde hayır. Ama hukukun fazlasıyla istismar edildiği bir genelge devletinde evet. Anlatayım.
Öncelikle; Türkiye'de, birilerine, kimi yurttaşların terör örgütleriyle "irtibatlı ve iltisaklı" olduğunu listeleme yetkisi veren nitelikli bir kanun yoktur. Böyle bir kanunda fişlemenin kimin tarafından, kim hakkında, hangi süreyle, hangi kriterlerle ve hangi denetimlere tabi olarak yapılacağının ayrıntılı olarak yazılması gerekir. Kanun yokluğu ve "irtibat ve iltisak" gibi kavramların yargısal karar olmadan kullanımı, kişilik hakları ile masumiyet karinesini ihlal etmekte.
İkincisi; böyle listelerin bir an için hukuksal olduğunu düşünsek bile bu kişilerin istihdamı, belediye başkanlarını otomatikman suç şüphelisi kılmaz. Bir kişiyi, mevzuatın aradığı koşullara göre işe alan, gizli kapaklı fişlemelerden haberdar olmayan bir belediye başkanının örneğin bir terör örgütüne bilerek ve isteyerek yardım ve yataklık ettiğini söylemek, hukuk sınırlarında kaldıkça mümkün değildir.
Üçüncüsü, bu koşulları göz ardı etsek bile bir belediye başkanının daha soruşturma aşamasındaki basit bir kuşkuya dayanılarak derhâl görevden uzaklaştırılması, Türkiye'nin tarafı olduğu Avrupa Özerklik Şartı'na da aykırıdır.
Bunlar, ceza hukukunun ve uluslararası hukukun konuya ilişkin yanıtları. Bu yanıtlarda en ufak bir tereddüt olmamalı. Fakat Türkiye'nin hukuk kuralları alenen yok sayılan veya istismar edilen bir ülkeye dönüştüğü akıldan çıkarmamalı. Hele de buna izin verecek açıklar varsa.
Böyle bir açık Anayasa'da var. Anayasa'nın 127'nci maddesinin 4'üncü fıkrası şöyle söyler:
"Görevleri ile ilgili bir suç sebebi ile hakkında soruşturma veya kovuşturma açılan mahalli idare organları veya bu organların üyelerini, İçişleri Bakanı, geçici bir tedbir olarak, kesin hükme kadar uzaklaştırabilir."
Bu hükmün sorunlu yönü, 2016'da OHÂL koşullarında çıkarılan bir KHK ile daha da derinleştirildi. Belediye Kanunu'na (md.45) eklenen bir fıkraya şöyle yazıldı:
"Belediye başkanı veya başkan vekili ya da meclis üyesinin terör veya terör örgütlerine yardım ve yataklık suçları sebebiyle görevden uzaklaştırılması veya tutuklanması ya da kamu hizmetinden yasaklanması veya başkanlık sıfatı veya meclis üyeliğinin sona ermesi hallerinde (…) belediye başkanı veya başkan vekili ya da meclis üyesi görevlendirilir."
Buyurun buradan yakın.
Bu hükümler, şöyle bir felaket senaryosuna müsait: Yargı bağımsızlığı fazlasıyla tartışmalı olan Türkiye'de bir savcı, bir belediye başkanı hakkında bir soruşturma (bakınız dava bile değil) açar ve İç İşleri Bakanı, belediye başkanını geçici olarak görevden alır. Soruşturma belki sonuçsuz kalır, belediye başkanı hakkında dava dahi açılmaz. Fakat o zamana kadar, atı alan Üsküdar'ı çoktan geçer.
Söz konusu açık, bu hükümle ilk defa karşılaşan okurlara tuhaf gelebilir.
Hüküm gerçekten de gariptir ve bize 12 Eylül'den yadigârdır. Yani düzenlemenin mantığı, üretildiği bağlam dikkate alındığında yerini bulur.
Söz konusu maddeye benzer bir hüküm, 1961 Anayasası'nda yoktu. ‘61 Anayasası, "mahallî idarelerin seçilmiş organlarının organlık sıfatını kazanma ve kaybetmeleri konusundaki denetim, ancak yargı yolu ile olur" diyor ve orada duruyordu. Gerçi hakkını yemeyelim. Danıştay, söz konusu güvenceyi daha 1970'li yıllarda zayıflatmıştı. Fakat yine de böylesi bir açık, bizzat Anayasa'da yazılı değildi. Bu iş, 12 Eylül'ün Anayasa Komisyonuna düşmüştü.
Adını bu köşede sık sık andığımız Orhan Aldıkaçtı'nın başkanlığındaki Anayasa Komisyonu bugünkü maddeyi kaleme aldı. Fakat madde gerekçesinde bu düzenlemeyi neden getirdiklerine dair doğru dürüst bir açıklama yapılmadı.
Komisyon Raporu'na baktığımızda bu meselenin, daha komisyonun kendi içinde bile ihtilaf yarattığını görüyoruz. Rapora göre; idare hukukçusu Turgut Tan, bu yetkinin, ayrım yapmaksızın her suç için düzenlenmesine ve yerel yönetimin büyüklüğüne bakmaksızın hepsi için İç İşleri Bakanı'nın yetkilendirilmesine karşı çıkmıştı. Keza, eski Yargıtay üyesi Mümin Kavalalı da, koşulları varsa belediye başkanının zaten tutuklanabileceğini, fakat İç İşleri Bakanına böyle bir ek yetki verilmesinin, yargıya müdahale anlamına geleceğini dile getirmişti.
Madde, genel kurula indirildiğinde ise daha fazla kişinin eleştirisine konu olmuştu. Maddeyi en sert eleştirenlerden biri Kamer Genç'ti. Genç, sağlam bir öngörüyle, bu hükmün ileride siyasal amaçlarla kullanılabileceği itirazında bulunmuştu.
Maddeye dönük farklı gerekçelerle, on beş farklı değişiklik önergesi sunuldu. Bu önergelerde, hükmün "Devlet Güvenlik Mahkemelerinin görevi kapsamına giren suçlar" ile sınırlandırılmasını, görevden alma yetkisinin mahkemelerde olmasını, yetkiyi kullanacak kişinin kim olacağının kanuna bırakılmasını ve hükmün tamamen metinden çıkarılmasını teklif edenler oldu. Bu teklifler bir ölçüde tartışma yarattı. Önergelerdeki kimi savların ciddi bulunması üzerine Komisyon maddeyi şu şekilde yeniden kaleme aldı:
"Haklarında idarî ve adlî mercilerce soruşturma veya kovuşturma açılan mahallî idare organları veya bu organların üyelerinin idarî makamlarca geçici bir tedbir olarak görevden alıkonulmasına ilişkin esas ve usuller kanunla düzenlenir."
Fakat Danışma Meclisinin kabul ettiği bu yeni metin, 12 Eylül paşalarından veto yedi. Millî Güvenlik Konseyi, bugün de yürürlükte olan ilk metnin aynen kabul edilmesine karar verdi. Bu kararın da gerekçesi doğru dürüst açıklanmadı.
Bu konudaki sessiz mutabakatı, görüşmeler sırasında ağzındaki baklayı çıkaran Fahri Öztürk bozdu. Ona göre hükmün konulma nedeni, "12 Eylül öncesi mahalli idarelerden, özelikle bir kısım belediyelerin anarşik olaylar tertiplemesi" ve "ülke ve Devlet bütünlüğüne kasteden bölücü, yıkıcı unsurların karargâh kurduğu kuruluşlara dönüşmesi" idi. Bu hafızanın işaret ettiği "nokta"nın, fiilen sosyalist bir yönetim kurduğu gerekçesiyle görevinden alınıp cezaevine konulan ve işkence altında yaşamını yitiren Fatsa Belediye Başkanı (Terzi) Fikri Sönmez olduğu açıktı.
Fikri Sönmez'in belediye başkanlığını yaptığı Fatsa'da o dönem, Paris Komünü'nden mülhem doğrudan demokrasi pratikleri yaşama geçirilmeye çalışılmıştı. İki ayda bir yapılan halk toplantılarıyla halkın belediye yönetimine doğrudan katkıda bulunması esasına dayanan bir pratik geliştirildi. Bu pratik, belediyenin ilk elden denetimi ve gerektiğinde "geri çağırma" esaslarıyla desteklenmişti.
Fakat bu radikal demokrasi adımlarına tahammül edilmedi. 11 Temmuz 1980 günü "Nokta" adı verilen operasyon başladı. Bir mekanize piyade taburu, jandarma komando birliği, il alay komutanlığı takviye birlikleri, Ordu, Konya, Erzincan, Samsun emniyet müdürlüğü ekipleri zırhlı araçlar eşliğinde Fatsa ya girdiler. Bu birimlere ek olarak, iki hücumbotu da denizde hazır hâle getirildi. Yüzü maskeli çok sayıda paramiliterin de katıldığı operasyonda, halkın demokratik tercihleri (ister beğenin ister beğenmeyin) tamamen yok sayıldı; yönetim gasp edildi. Bu operasyon, iki ay sonra bütün ülkede gerçekleşecek olan gaspın bir bakıma provası oldu. Oyun, 12 Eylül günü tüm yurtta sahnelendi.
İşte bu hüküm, söz konusu gaspın, gerektiğinde yeniden kullanılması için anayasal olarak tescillendiği bir tezahürüdür. Hükmü savunmak veya savunmamak da darbe-demokrasi ikileminde nerede durulduğunun turnusolüdür.
2007 yılından beri "yeni anayasa" tartışmasını "askeri vesayetten kurtulmak", "ileri demokrasiyi kurmak", "darbelerle hesaplaşmak" gibi çok sayıda iddialı ama ihtilaflı argümanla sürdürenler, 12 Eylül Anayasası'nın çekirdeğinde yer alan bu türden antidemokratik hükümlere dokunmadı. Hatta son dönemdeki tartışmalardaki konum da, önceki savların hemen hepsinin ne kadar gerçek dışı ve samimiyetten uzak olduğunu göstermiş oldu.
Şunun farkındayım: Fikri Sönmez ve Fatsa'nın koşulları ile Ekrem İmamoğlu ve İstanbul'un koşulları hayli farklı. Doğrudur. Fakat halkın çoğunluğunun siyasal tercihlerine asgari düzeyde saygı göstermek ve göstermemek ikilemi açısından bakarsam durumlar benzerdir.
Dolayısıyla bu aşamada soru şudur: Bakalım dün Fatsa'nın başına gelenler yarın İstanbul'un başına gelecek mi?
Dün darbeyi asker yapıyordu. Bakalım bugün bu iş yargıya havale edilecek, bir tür "yargı darbesi" organize edilecek mi?
Böyle olmayacağına inanmak istiyoruz. Ama inanmak yetmiyor, onu da biliyoruz…