Bir süre de olsa uçaklar uçmayınca, arabalar garaja çekilince, fabrikalar şalter indirince kuş cıvıltıları arttı, Boğaz’da yunuslar görülmeye başladı. İspanyol Gribi’den bu yana hiçbir savaşta, ekonomik krizde doğaya karbon salınımı bu denli azalmamıştı. Ancak yaşam normale dönmeye yüz tutunca küresel iklim değişikliği tehlikesi tekrar kapımızı çalacak. Tek umudumuz Covid-19 salgınının insanlığın kaderinin ortak olduğunu hatırlatmasıyla uyanan bilincin küresel iklim değişikliğine karşı da kolektif iradeyi seferber etmesi ihtimali…Bu duygularla evde kaldığınız şu günlerde sizleri küresel iklim değişikliği konusu üzerine biraz kafa yormaya çağırıyorum.
***
İnsanlık tarihinin belki de en büyük tehdidiyle karşı karşıyayız. Küresel iklim değişikliğini veya başka bir ifadeyle ekolojik krizi tüm olumsuz sonuçlarıyla hissetmeye başladık bile. Asıl endişe verici nokta, acil önlemler alınmazsa bugünün gençlerini, zaman içinde henüz doğmamış gelecek kuşakları çok daha karanlık günlerin bekliyor olması.
Gün geçmiyor ki, küresel ısınmanın, biyoçeşitliliğin yok olmasının, denizlerin yükselmesinin, okyanuslardaki asit oranının artmasının, buzulların erimesinin, sellerin, kuraklığın, çölleşmenin, kasırgaların yarattığı yıkıcı etkileri konu edinen haberlerle sarsılmayalım. Ancak artık, tek tek sonuçlarla mücadele etmenin ötesine geçip , tüm insanlık alemini seferberliğe davet eden bütünlüklü ve sistemli bir açılım gerektiği ortada.
Sera gazları salınımının küresel ısınmaya yol açtığının öğrenilmesinden önce de çevre mücadelesinin çeşitli aşamalarından geçtiğini biliyoruz. 1962 yılında ekolojist Rachel Carson Sessiz Bahar (Silent Spring) isimli kitabıyla DDT adlı böcek ilacının zararlı etkilerini kanıtlamış, bir anlamda küresel çevre hareketinin öncüsü olmuştu. Carson kimya sektörünün lobi çalışmalarıyla hedef tahtasına konulmuşsa da, bu yürekli kadın bildiğini anlatmaktan geri durmamıştı.
Daha sonra uluslarüstü bir hava kirliliği sorunu olarak “asit yağmurları” gündeme geldi. Yakılan kömürlerin yaydığı sülfür dioksit ya da nitrojen dioksitin açığa çıkarak havaya karışmasıyla asit yağmuru oluşur. Kimyasal yüklü bulutların rüzgarın etkisiyle uzak mesafelere taşınması sonucunda ormanlara, göllere, hatta yerleşim yerlerine yağmur, kar, sis veya çiy şeklinde düşer.
80’lerden itibaren de cloroflorocarbon (CFC) gazının ozon tabakasına zarar verdiğinin anlaşılmasıyla kamuoyunda bir duyarlılık oluştu. Bu gaz en çok spreylerde veya buzdolabı ya da klima gibi soğutma sistemlerinde kullanılmaktaydı. Ozon tabakasının güneşin zararlı ışınlarını engellemesi nedeniyle gözlemlenen incelme endişe yarattı. 1987’de kabul edilen Montreal Protokolü ile CFC gazlarının kullanımını kısıtlayan önlemler sonuç verdi. Ozon tabakasındaki deliğin küçülmeye başladığı gözlemlendi.
Robotlardan, yapay zekadan, teknolojinin ulaştığı ileri aşamadan söz ettiğimiz bir dönemde unutmayalım ki hala 820 milyon kişi açlık tehlikesiyle yüz yüze. Fosil yakıtlara, temiz içme suyuna, gıdaya, toprağa erişim için bir dolu coğrafyada çatışmalar keskinleşiyor, insanlar birbirini boğazlıyor.
Tüm bu karanlık tabloya karşın yakın dönemde umut verici gelişmelere de tanık olduk. İklim krizinin en büyük faturasını ödeyecek gençlerin ekolojik sorunlara duyarlılıklarının artması, tepkilerini “iklim grevleriyle” eyleme dökmeleri sonucu, neredeyse tüm dünyada bir “bilinç sıçraması” yaşandı. Artık İsveçli iklim aktivisti Greta Thunberg’in çarpıcı kişiliğinden hareketle bir “Greta Kuşağı”ndan bile söz ediliyor.
Şu son iki yılda yaşanan olaylar zincirine bir göz atmak nasıl bir hareketlilik yaşandığını algılayabilmek için yeterli olacaktır. Hatırlayalım; Ağustos 2018’de 15 yaşındaki öğrenci Greta Thunberg İsveç Parlamentosunun önünde ses getiren eylemlerine başladı. Ekim 2018’de Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) Küresel Isınma Üzerine Özel Raporu’nda 1,5 dereceyi aşacak bir ısınmanın yıkıcı sonuçlarını ortaya koydu. Kasım 2018’de Yok Oluş İsyanı aktivistleri Londra’da ilk eylemlerini hayata geçirdi. Şubat 2019’da Temsilciler Meclisi üyesi Alexandria Ocasio-Cortez ve Senatör Edward Markey Yeni Yeşil Anlaşma taslağını Amerikan Kongresi’ne sundu. 20 Eylül 2019’da 150 ülkede 2500 ayrı etkinlikte milyonlarca kişi iklim grevlerine katıldı.
Tüm dünyada alarm etkisi yaratan kritik gelişme, çok sayıda uzman tarafından hazırlanan IPCC’nin Ekim 2018 raporunun, ancak 2020’de karbondioksit salınımlarının inişe geçmesi, 2030’a kadar yilda % 4-5 düşmesi, 2050’de net emisyonların sıfır noktasına erişmesi halinde küresel ısınmayı 1,5 derece sınırında tutma, böylelikle muhtemel bir felaketi önleme şansının bulunduğunu açık seçik ortaya koymasıydı. Demek ki küresel ısınmanın 3-4 dereceye çıkmasının önüne geçecek, sanayi devrimi öncesi dönemlere kıyasla 1.5 derecenin altında tutabilecek radikal önlemleri hayata geçirebilmek için önümüzde sadece 11 yıl bulunuyor. En son bilgiler yeryüzünün şu ana değin 1.1 derece ısındığını gösteriyor.
Kasım 2019’da da , Oregon State Üniversitesi’nden Bill Ripple ve Christopher Wolf ile Tufts Üniversitesi’nden William Moomaw’ın öncülük ettiği, dünyanın dört bir yanından 11 bini aşkın bilim insanının imza koyduğu “iklim değişikliğine karşı acil önlem” çağrısında bulunan metin kamuoyuna açıklandı. Sera gazı salınımlarına neden olan insani faaliyetlerde radikal bir değişiklik gerçekleşmediği takdirde, büyük insani acılar yaşanacağına dikkat çekildi. Deklarasyon 40 yılı aşan bir dönemi kapsayan verilerden yola çıkılarak hazırlanan bilimsel bir analize dayanıyor.
Enerji, kısa ömürlü kirletici maddeler, doğa, gıda, ekonomi ve nüfusa ilişkin 6 kritik ve birbirine bağlı adım sıralanıyor. Fosil yakıtların yerini düşük karbonlu yenilenebilir enerjinin almasının yanında metan, is gibi kısa ömürlü maddelerin azaltılması gereğinin altı çiziliyor. Yeryüzünün ekosistemlerinin korunmasının ve eski haline döndürülmesinin önemi üzerinde duruluyor. Hayvani ürünlerin tüketiminin azaltılması, bitkisel ağırlıklı beslenmeye yönelinmesi salık veriliyor. Ekonomik büyüme eksenli bir refah arayışından, ekosistemlerin sürdürülebilirliği ve temel gereksinimlerin karşılanması ile eşitsizliklerin giderilmesi odaklı bir zihniyete geçilmesi gereği vurgulanıyor. Dünya nüfusunun aile planlaması çerçevesinde kademeli azaltılması, toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanması ve eğitime erişimin yaygınlaştırılması öneriliyor.
Küresel iklim krizinin belirleyici nedeni doğaya karbon salınımındaki sıçrama. Şu anda yıllık emisyon 32 milyar ton dolaylarında. Bu rakam alarm sinyallerinin verilmeye başlandığı 2000 yılında bile henüz 23 milyar tondu. IPCC 20 yıl içerisinde %40’lık bir azalmayla 20 milyar ton, 2050’de ise %80’lik bir gerilemeyle 7 milyar ton hedeflerini önümüze koyuyor. Atmosferdeki karbon yoğunluğunun milyonda 350 parçacığı aşmaması gerekiyor. Mayıs 2019 itibarıyla milyonda 415 parçacık ölçülmüş durumda.
Elbette tek tek bireylerin özellikle çocuk yaştan başlayarak çevre duyarlığının gelişmesi önemlidir. Çevreyi temiz tutma, naylon ürünlerden uzak durma, geri dönüşüm konusunda titiz davranma benzeri reflekslerin harekete geçmesi çok değerlidir. Ancak asıl sorumlunun, kapitalizm kar hırsıyla doğayı talan eden şirketler olduğu gerçeği akıldan çıkarılmamalıdır.
Gelgelelim toplumu bilgilendirme, gerçekleri kamuoyuna mal etme çabası izleyenlerin karşısına kömür, petrol, doğal gaz üretimi yapan fosil yakıtlar sektörünün lobi faaliyetleri; gerçekleri karartma hamleleri dikiliyor. Çünkü sera gazı emisyonlarının % 70’inin fosil yakıtlar kaynaklı olduğu biliniyor. Bir sonraki aşamada ise önümüze varlığını/gücünü karbon temelli doğal kaynakların çıkarımına dayandıran ABD, Rusya, Kanada, Avustralya, Suudi Arabistan gibi devletler çıkıyor. Buradan ekolojik krizin tek tek ülkelerin kendi egemenlik alanları içerisinde kolaylıkla çözümleyebilecekleri ulusal bir konu olmaktan öte, ancak uluslararası inisiyatiflerle mesafe alınacak küresel bir sorun niteliği taşıdığını söyleyebiliriz.
Ülkelere göre yenilenebilir enerji kaynaklarının bileşimi ve karbonsuz enerjiye geçiş temposu farklılık gösterebilse de, dünyanın bir an önce güneş, rüzgar, su ve jeotermal ağırlıklı bir stratejiye yönelmesi en akılcı çözüm gibi görünüyor. Bu enerji seçeneklerinin de kaynak tüketimi gerektirdiği; uygulandıkları yöredeki yaşantıya, özellikle tarıma olumsuz etkiler yapabildiklerini gözden uzak tutmamak gerekiyor.
Bu nedenlerle yenilenebilir enerjiye ağırlık verilirken, enerji tasarrufu önlemleri ihmal edilmemeli, aşırı tüketime, israfa, taşıt aracı sahipliğini kaçınılmaz gören zihniyetle hesaplaşılmalıdır. İnsanların yaşam standartlarını yükseltmek hedefiyle, ekolojik dengeleri gözetme sorumluluğunu bağdaştıran bir senteze odaklanılmalıdır. Ekonomik büyümeyi mutlak amaç edinen, doğal limitleri dikkate almayan aşırı üretimci yaklaşımın bir seçenek olmadığı da bilinmelidir. İklim krizi karşısında sergilenecek özveride kuşaklar dengesinin kurulması da önemsenmelidir. Karbon endüstrisinin tasfiyesi halinde zarar görecek yörelere ve kişilere geçiş sürecinde el uzatılmalıdır. Çözümlere yönelirken gelişmiş ve az gelişmiş ülkeler arasında olduğu kadar, zengin-yoksul kesimler arasında da ciddi sorumluluk farkları bulunduğu göz önüne alınmalıdır.
Eğer bu bilgiler, siz değerli okurları bilgilendirme, perspektifinizi genişletme amaçları yanında, günlük yaşamdaki davranış ve alışkanlıklarınızda değişiklik yaratırsa amacına ulaşır. Giderek küresel iklim krizine karşı mücadelenin aktif öznesi haline gelmeniz ise ek bir kazanım olur.
Küresel iklim değişikliği ile ilgili çalışma yürütürken, kendi adıma konunun farklı boyutları üzerinde daha fazla düşünmek fırsatı bulduğumu söylemeliyim. Gerçekten de sorunun ciddiyeti karşısında ürpermekten kendimi alamadım. Gündelik yaşantımda ekolojik ilkelere özne gösterme sorumluluğunu daha derinden hissediyorsam da, henüz vejeteryanlık eşiğini geçemediğimi itiraf etmeliyim. “ Kebap zaafı “ yaratan Adanalı kimliği beni şimdilik olsa olsa “fleksitaryen”, yani ağırlıkla sebze ile beslense de et tüketmeyi bütünüyle terk edemeyen bir çizgiye taşıdığını da eklemeliyim.
Not: Bu yazı 50 Soruda Küresel İklim Değişikliği ve İnsanlar Altınbaş Yayınları Mart 2020 başlıklı kitabımın giriş bölümünden alınmıştır.