Çarşamba günü, yani bugün, sevdiğim kadınla birlikte Kadıköy Belediyesi’ne maske takmış olarak gideceğim. Biri sinemacı, diğeri psikoterapist iki kadim dostum Özcan Alper ve Ahmet Keskinler, şahitlerimiz olarak bizi karşılayacaklar. Hava yağmurlu görünmüyor o gün, çok sıcak da olmayacak. Tarihin 20 Mayıs olması, yani 20.05.2020 olması cezbetti bizi ve yine o günün yıllardır aksatmamaya çalışarak her hafta köşe yazımın yayımlandığı güne denk gelmesi... Ben de bu vesileyle aşka ve evliliğe dair yazmak istedim.
Evlilik, aşkı öldürür mü? Bu soru, pek çok kitaba esin verdi ve çoğunlukla da yanıt “Evet, öldürür” yönünde oldu. Ben bu konuda, psikanalist Stephen A. Mitchell ile yan yana duruyorum: “Hayır, her zaman öldürmez.” Zaten böyle düşünmesem evlilikten uzak dururdum. Bu, evliliğe büyük büyük anlamlar yüklediğim anlamına da gelmiyor. Nihayetinde bir kurum sadece, önemli olan ilişkinin derinliği ve ürettiği sevgi...
Evliliğin aşkla bir arada olmasının tek koşulu, Mitchell’in ‘Aşk Sürebilir mi’ kitabında yazdığı gibi saydamlaşma... Duyguların bütün karmaşıklığıyla paylaşılması... Duygusal yakınlaşmaya ne kadar imkân tanınırsa ve bu yakınlaşmanın bir sonucu olarak kendi narsisistik gerçeğimizle ne kadar yüzleşebilirsek, risklerle ve tehlikelerle dolu tekinsiz bir dünyaya da o denli sağlam dalmış oluruz. Evliliğin verdiği huzur ve güven ile aşkın verdiği emniyetsizlik ve heyecan hisleri, birlikte, birbirlerini üretip çoğaltarak devam edebilir. Buna bir de Deleuze, Foucault gibi düşünürlerin varoluşu bir sanat yapıtına dönüştürme düsturu eklenince, insanın sahip olduğu bütün o kırılganlıklar neden tutkuyla aşılmasın ki?..
Evlilikte ortaya çıkan emniyet-tutku geriliminde cinselliğin ayrı bir yeri var. Cinselliğin evcilleştirilmesi, evliliklerin en önemli sorunu olsa gerek. Huzur ve güvene sırtını fazlaca dayamış, duygusal saydamlaşmanın yerini salt evlilik rolleri ve zorunlulukların aldığı bir ilişkinin kendi açmazlarını yaratacağı rahatlıkla öngörülebilir. Çift olmak, kişilerin kendi bireysel alanlarını ve o alanlara duyulan saygıyı yitirmesi anlamına gelmemeli. Çift olmak, ‘bir olmak’ değil. Çift’in sözlük anlamı, birbirini bütünleyen iki ‘tek’... Ama Julia Kristeva, çift sözcüğünden de hoşlanmadığını söylemişti, eşi Philip Sollers ile kendi evliliklerini anlattıkları ‘Güzel Sanatların Bir Dalı Olarak Evlilik’ adlı kitapta. Birbirini bütünlemek de değildi mesele, anlaşmaydı; aşk ve evliliğin aslında “iki çocukluğun anlaşması” sayesinde varlığını sürdürebilmesiydi.
Ben bugün, yani Çarşamba günü sadece âşık değil, evli biri olarak da hayatıma devam edeceğim. Yeni bir şey başlıyor hayatımda. Yaşama dirilik veren şeylerin başında gelmiyor mu aşk? Bütün o zihin bulandırıcı nasihatler yığını olan kişisel gelişim endüstrisine inat, kendimi akışa bırakarak yaratmaya ve yaşamın tadına varmaya devam edeceğim. Aşk, dünyaya yeniden inanmanın yollarından en güçlüsü değil mi, bütün riskleriyle birlikte çıkılan heyecanlı bir yol... Artık o yolda yalnız değilim, acısıyla sevinciyle dünyayla yeni bir bağ...
Bülent Usta / Birgün