İstanbul Barosu avukatlarından Başar Yaltı’ya adalet yürüyüşü ile değerlendirmelerini sorduk;
Adalet yürüyüşünün başarıyla sonuçlanması toplumda yeni bir umut yarattı. Çünkü yargı sisteminin, hak arama olanağının, hukukun neredeyse dibe vurmuş olduğu bir ortamda, insanlar “artık yeter” dediler. Korkunun toplumda kök saldığı bir zamanda, devletin, iktidar yetkililerinin her gün halkı tehdit eden demeçler verdiği, olağan üstü hal koşullarında insanların kendilerini sokağa atarak adalet arayışı içerisinde olmaları başlı başına umut verici bir eylemlilik olarak ortaya çıkardı. Bu eylemi başlatanın ana muhalefet partisi başkanının olması başka bir anlam kattı yürüyüşe. Anayasal sınırlar içerisinde barışçı ama aynı derecede iddialı ve tarihteki örneklerini aşan özellikteki yürüyüşün asıl anlamı bundan sonra, Türkiye’deki kitle hareketlerine ivme kazandıracak niteliğe sahip olmasıdır.
Yürüyüşe önderlik eden CHP Genel Başkanın 69 yaşına rağmen, 450 km’lik yolu yürüme cesareti göstermesi ve yürüyüşü aşırı sıcaklara rağmen aksatmadan tamamlanmış olması bence bütün yurttaşlarda, hükümet yanlılarında bile hem Kılıçdaroğlu’na, hem ortaya koyduğu tutuma karşı bir sıcaklık ve yakınlık duygusu yarattı. Adalet yürüyüşünün hedefi zaten toplumun en önemli ihtiyaçlarından biri olan adaletsizlikleri dile getirmek, bu ihtiyacın toplumsallaştığını ortaya koymak, adaleti aramak, bu yolla Türkiye’de yaşanan haksızlıklara, hukuksuzluklara karşı çıkmak şeklinde anlaşıldığı için yürüyüş, amacını ve anlamını daha da büyüten bir hareket olmuştur. CHP muhalefet partisi olarak bugüne kadar eleştiriliyordu. İlk kez bu yürüyüşle birlikte kendisini aşan ve Genel Başkanın da kendisini aşan bir aşamayı yakalamış gözüküyor. Artık bundan sonra bu eylemin gerisine düşecek bir eylemlilik içinde olamazlar, olmazlar diye düşünüyorum.
Adalet yürüyüşünün kitleselleşmesi, hem amacın doğru şekilde ortaya konulmasından hem yürüyüşe bir parti liderinin önderlik etmesine rağmen yürüyüşü sadece CHP ne mal etmemesinden kaynaklanmıştır. Yürüyüşe katılanlar da, şu parti veya bu partinin peşinden gidiyorum diye bir düşünceye kapılmadan yürüyüşü kitlesel bir hale dönüştürdü ve bu kitlesellik bugün mevcut siyasal iktidarın yarattığı korku ve huzursuzluk tablosunu yırtacak, yıkacak bir umut meşalesi yaktı. Bunu böyle görmek ve bu şekilde anlamak gerekiyor.
ADALET YÜRÜYÜŞÜ TARİHTEKİ YERİNİ ALMIŞTIR.
Bu arada adalet yürüyüşünü eleştirenler de oldu. Adalet yürüyüşünü eleştirenlerin başında siyasi iktidar geliyor. Siyasi iktidarın bu yürüyüşten çok etkilendiğini biliyoruz ve görüyoruz. Çünkü ilk kez muhalefet gündemi belirledi. Bu da adalet yürüyüşünün başka bir önemli ve öncü özelliğidir. Biliyoruz ki Cumhurbaşkanı, neredeyse her gün yaptığı konuşmalarda, söyleşilerde, sözü adalet yürüyüşüne getirerek, eleştirilerde bulundu, katılanları tehdit eden açıklamalar yaptı. Bu yürüyüşe iktidarın kendi tabanından insanların sempatisini kırmaya çalışan açıklamalar yaptı. Yürüyüşün engellenemeyeceğini görünce yürüyüşü toplumun gözünde nasıl olumsuz bir duruma çeviririzin arayışı içerisinde oldu. İktidar kanadı, yürüyüş yapanları FETÖ’ cülükle, PKK ile, terör örgütleriyle işbirliği yapmakla suçladı. Yürüyüşü devlete karşı yapılan bir eylemmiş gibi göstermeye çalıştılar. Ancak bunlara halkın itibar etmediğini son toplantıdaki katılımın milyonlara ulaşmasıyla gördük. AKP’nin kendi tabanında bile yürüyüşe karşı oluşan sempati, aslında adaletsizliğin ne denli yaygın olduğunu, aranan bir ihtiyaç olduğunu ortaya koydu.
Bu yürüyüşe çok sayıda kadının katılmış olması ayrıca sevindirici ve umut verici bir uyanıştır. Kadınlar sorunlarına sahip çıkıyorlar artık. Biliyoruz ki özgürlükler kaybedildiği zaman bu kayıplardan öncelikle kadınlar etkilenecek. Kadınlardaki bu uyanışın ve arayışın adalet yürüyüşünde de karşılık görmesi, kadınların yürüyüşe ve adalet arayışına destek vermesi, Türkiye’de bundan sonra verilecek siyasi mücadeleler bakımından çok önemli bir destek olarak görülüyor.
Adalet yürüyüşü ve 9 Temmuz toplantısı Türk halkının demokratik olgunluğunu göstermesi bakımından da çok önemlidir. Ayrıca emniyet güçlerinin özverili çabaları da övgüye değerdir.
Kısacası Adalet yürüyüşü, kim ne derse ne desin, gerek içeride, gerekse yurtdışında yarattığı etki ile tarihteki yerini almıştır.
YÜRÜYÜŞE TEPKİLER NASIL DEĞERLENDİRİLMELİ
Siyasi iktidar, eleştiriye tahammül edemeyen bir otoriterleşme anlayışı içerisinde olduğu için, 16 Nisan Anayasa halk oylaması sonucunda tek adam yönetimine geçildiği için, en azından fiili durum onu yansıttığı için, adalet yürüyüşünün halkta karşılık bulduğunu gördüğü için yürüyüşten çok rahatsız oldu. Mevcut siyasi iktidarın anti demokrat yapısını, cumhuriyetin felsefesiyle, yarattığı değerleriyle olan kavgasını biliyoruz. İktidarın bu rahatsızlığını anlayabiliriz. Fakat bu yürüyüşe, bir de, kendilerine sorulursa, “sol veya demokrat veya hukuktan yana olduğunu” söyleyecek kesimlerden gelen tepkiler oldu.
Örneğin Vatan Partisi yürüyüşe karşı çıktı. Karşı çıkarken ortaya koydukları argümanları anlamak ve kabul etmek mümkün değil. Çünkü yaslandıkları değerler, 19.yy sonları 20. Yy başlarındaki bir takım düşünceler ve klasikleşmiş söylemler… ( yok, yürüyüş devlete karşıymış, emperyalizmin oyunuymuş, gibi…) Bu tür arkaik söylemlerle ve gerekçelerle yürüyüşü baltalamaya çalıştılar. İşte bu tür yaklaşımları anlamak ve kabul etmek mümkün değil. Ben bu düşüncelerin artık önemini, anlamını ve çağını yitirdiğini ve günümüzde de bu düşüncelerin karşılığının olmadığını değerlendiriyorum. 20 yy başlarında burjuvazi kendisine özgürlük alanı ararken, o süreçteki burjuvazinin devrimci karakteri gereğince, ulus devletinin inşası gerekiyordu. Bu anlamda imparatorlukların parçalanması ve sonrasında oluşan ulus devletlerdeki millilik vasfını doğal karşılamak, desteklemek gerekiyordu. Oysa şimdi bu aşamalar geçildi. İnsanlık buraları aştı. Tabi ki ulus devletler yaşıyor, yaşamaya devam edecek. Ama insanlığın ürettiği daha yeni değerler var, bunlar da zaten insan hakları olarak, demokrasi olarak, hukukun üstünlüğü olarak ve seküler toplum yapısı olarak ve cumhuriyetin değerleri olarak modern toplumlarda yer etti. Yürüyüşün hedefi, amacı adalet arayışıdır. Adalet arayışı hem bireysel hem toplumsal bir ihtiyaçtır. Her ihtiyaçtan önceliklidir. Adalet, devletten talep edilir. Adalet talebinin bugünü, yarını yoktur. Adalet ihtiyacı yeni keşfedilmiş bir ihtiyaç da değildir. Bu yüzden Vatan Partisinin, Doğu Perinçek gibi düşünenlerin veya Aydınlık çizgisinde olanların karşı çıkışlarını çok da anlamlı bulmuyorum. Belki cürümlerinden fazla ses çıkartıyorlar ama kulak veren olduğunu düşünmüyorum.
TOPLUM KİMİN NE OLDUĞUNU BU YÜRÜYÜŞTE ANLAMIŞTIR.
Özellikle hukukçu çevrelerden, isimleri topluma önderlik edecekler anlamında öne çıkmış kişilerin de yapılan adalet yürüyüşüne destek verilmediklerini gördük. Bunlar, ister istemez sokakta karşılık bulmuş kişilerdir. Hukuk camiasında baro başkanlığı yapmışsanız, üstelik İstanbul Barosu Başkanlığı yapmışsanız, Türkiye Barolar Birliği Başkanı iseniz ebetteki toplumda karşılığınız olacak bir pozisyondasınız demektir. İşte bu ve benzer konumdaki kişilerin yürüyüşe karşı çıkmaları veya adalet arayışında sessiz kalmaları, toplumun belli kesiminde düş kırıklığı yarattı. Hukuku, adaleti; asıl bu konumda bulunanların öncelikle araması, savunması, koruması gerekirken yaşanan tüm olumsuzluklarda geride durmaları, ortada gözükmemeleri, zaman zaman iktidarla aynı çizgide olmaları düş kırıklığının başlıca nedenidir. Bugün yargı alabildiğine siyasallaşmıştır. Avukatların %80 den fazlası bu kanaati taşımaktadır. Ama avukat örgütleri, adaletin ilk adımı olan, adil yargılanma hakkının ilk adımı olan bu somut olgu karşısında, yargı bağımsızlığının ve yargıda tarafsızlığın yitirilmiş olması karşısında sessiz ve tepkisizdirler. Toplum, bu sessizliği görüyor ve notunu düşüyor. Dolayısıyla adalet arayışını toplum öncelikle barolardan, avukatlardan beklerken, baro yönetimlerinin adalet yürüyüşü karşısında sessiz kalmaları, karşı çıkmaları ciddi bir hayal kırıklığı yaratmıştır. Ben, hem sayın Feyzioğlu’nu hem Sayın Kocasakal’ı yakından tanımış birisi olarak söylüyorum ki adalet yürüyüşü karşısında Kocasakal’ın gösterdiği tepki ve TBB nin sessiz kalışı benim açımdan sürpriz olmadı. Ama bu vesileyle toplumun sosyal demokrat / Atatürkçü kesiminin bu kişilerden varsaydıkları beklentileri bulamayacaklarını anlamış olması bir kazanç olmuştur.
YÜRÜYÜŞ KİMLERİ TASFİYE ETTİ?
Adalet yürüyüşüne bir parantez daha açalım; CHP muhalefetin ana partisidir. Bu parti içerisinde her zaman liderlik tartışmaları olmuştur. Tartışmaların eksenini Kılıçdaroğlu’nun pasif tutumu oluştururdu. Bu konuda yapılan eleştiriler, kongre çağrılarını hemen akla getirirdi. Liderlik arayışlarının temsilcilerini basından duyardık. Deniz Baykal hemen öne fırlardı, kendisini lider adayı gören birçok kişi vardı, mesela, Muharrem İnce gibi… hatta bir ara Balbay bile ortaya çıktı. Bu yürüyüş onların hayallerini de tasfiye etmiştir. Baykal örneğin, RTE ye bir şey olduğu zaman koşa koşa kapısına giderdi. İyi oldu, tasfiye oluşu… Kılıçdaroğlu kendisini aşan ve bağlayan başarılı bir eylemliliği ortaya koyarak bence, bu tür tartışmaları en azından orta vadede bitirdi.
Fakat CHP’nin dışından da CHP’ye Genel Başkan olmak gibi bir heves içinde olanlar olduğunu biliyoruz. Şimdi bu hevesi taşıyanların da hayallerinin suya düştüğünü görüyoruz... Bu tür hayalleri taşıyanların zaten, toplumsal önderlik bakımından bir yeteneklerinin ve niteliklerinin olmadığının anlaşılması ve görülmesi gerekiyordu, bu vesileyle o da ortaya çıktı. Yürüyüşün bence kazançlı yönlerinden birisi de bu olmuştur.
Adalet Yürüyüşü, sadece siyasi iktidara yönelik sonuçlar doğurmamış, toplumdaki ataleti ortadan kaldıran bir etki de yaratmıştır. Ayrıca yürüyüş, şişirilmiş egolarıyla yanlış imajlar kazanmış, önderlik iddiasındaki birtakım kişilerin üzerlerinin ilgili kamuoyu tarafından çizilmesi bakımından da çok yararlı olmuştur…
KOCASAKAL BİLİR, “KENAN EVREN DE BÜYÜK ATATÜRKÇÜYDÜ”
Ümit Kocasakal; “Ben Atatürk düşmanlarıyla yürümem” dedi. Bunun ötesinde yürüyenler için söylediği, “kasaba politikacısı” veya “boy gösterme” gibi yakıştırmalar, kendisine de yakışmayacak ithamlardır. Yürüyüşe katılanları, “boy gösteren” kişi olarak nitelendirmesinin, kasaba politikacılığı yapmakla suçlamasının veya Atatürk düşmanı olarak nitelendirmesinin hiçbir temeli, anlamı ve önemi yoktur. Kocasakal’ın bu yaklaşımının, Kenan Evren Atatürkçülüğü’nden hiçbir farkı yoktur. Bir zamanlar, Kenan Evren en büyük Atatürkçü’ydü. Gardrop Atatürkçüsüydü. Daha da geçmişe gittiğiniz zaman, 71 sıkıyönetim dönemlerinde Faik Türün’ler de Atatürk’ün arkasına sığınmış, Atatürk’ü kimseye bırakmamışlardı. O zamanlar Cumhuriyet Gazetesi başyazarı Nadir Nadi “Ben Atatürkçü değilim” demek zorunda kalmıştı. Neden bunu demek zorunda kaldı; çünkü herkes kendine göre bir Atatürk tarifi yapıyor. Nasıl ki sağ da dindarlar arasında peygamber dönemini asrı-saadet olarak nitelendiren bir kesim varsa sosyal demokrat kesimde de veya Atatürk severler arasında da kendi tariflerine göre Atatürkçü bir asrı-saadet anlayışı vardır. Bu anlayışın, peygamber dönemi asrı-saadet anlayışıyla, yani tartışmasız değerler sistemi anlayışıyla hiçbir farkı yoktur. Dini inanış bakımdan bu şekilde düşünebilirsiniz. Oysa biz demokratik bir ülkede yaşıyorsak, demokrasiye inanıyor, savunuyorsak, insan haklarını savunuyorsak, insanların farklı düşünme hak ve yetkilerinin olduğunu öncelikle kabul edeceğiz. Kaldı ki, Atatürk’ü, Atatürk’ten ayıran, Atatürkçü değerleri donduran, dogmatikleştiren anlayış öncelikle Atatürk’ün “benim için hayatta en gerçek yol gösterici bilimdir, fendir” ilkesine aykırıdır. Ayrıca, Atatürk sevgisi kimsenin tekelinde değildir. Hukukçulara düşen görev, Anayasanın 2. Maddesi çerçevesinde insanları ayrıştırmadan, onları bir arada nasıl tutacağımızın hukuk zeminini yaratmak olmalıdır. Yani bir hukukçu için öncelik; şu cu, bu cu olmaktan çok, toplumu bir arada tutan hukukun sağlam mekanizmalarını üretmek ve onlara sahip çıkmak olmalıdır. Hukuk, modernitenin dinidir. Eskiden iktidarların (imparatorlukların, feodal beylerin) toplumu denetim için en çok kullandıkları şey din unsuru olmuştur. Ama din, aydınlanma ile birlikte özellikle Batıda, artık siyasal bir unsur olmaktan çıkıp bireylerin inanç dünyalarına ait bir değer olduktan sonra, yerini hukuk almaya başlamıştır. Aslında hukuk, toplumsal değerleri de koruyan bir mekanizmadır. Tabi ki her ülkenin kendine ait özellikleri, kendi inancı, yaşam biçimi dâhil olmak üzere köklerinden gelen, tarihinden gelen anlayışları, alışkanlıkları ve gelenekleri olmakla birlikte, tüm bunları ortak bir potada eriterek yeni değerler yaratan, onların da varlığını ve değer olarak korunmasını sağlayan aslında o ülkenin hukuk sistemidir. Bu anlamda hukuk özerk olmalıdır. Hukuk eğer özerk olmayı, özerk kalmayı başaramazsa o zaman siyasallaşmaya başlar. Siyasallaşmaya başladığı zaman da bütünleştirici, toplumu bir arada tutucu bir tutkal olmaktan çıkarak ayrıştırıcı bir unsura dönüşür. Hukukun bu özelliğini bir hukukçu kavrayamamışsa hukukun araçsallaşmasını da kabul ediyor demektir. Örneğin, “vatan söz konusu ise gerisi teferruattır” gibi bir söz bir hukukçunun kabul edeceği ya da söyleyebileceği bir söz değildir. Çünkü sağlıklı bir hukuk düzeninde, her koşul için kurallar zaten önceden belirlenmiştir. Onun için hukuk, bunun için hukuk, şu dönem için hukuk diye bir şey olmaz. Adalet açısından da aynı şey geçerlidir. Adalet herkes içindir. Şu cu ya da bu cu diye bir kimseyi adaletten yoksun bırakamazsın. Zaten çağdaş bir hukuk sistemin varsa, Anayasanın 2.maddesi, Türkiye Cumhuriyeti’ni laik, demokratik ve sosyal bir hukuk devleti olarak tanımlanmışsa, bu tanıma bir itirazınız yoksa, hukuku ve adaleti şunun için, bunun için diye tanımlayamazsınız.
Ebetteki adalet demek herkesin yargılandığı suçtan beraat etmesi ya da ceza almaması demek değildir. Adaletin bugünkü anlamı, özü, insanlara adil yargılanma hakkının tanınmasıdır. Eşit davranılmasıdır, kuralların herkes için aynı şekilde uygulanmasıdır, keyfiliğin önlenmesidir. Adil yargılanma hakkının tanınmasını istemek, insanlara ceza verilmesin demek değildir, darbe yapanları alkışlamak hiç değildir. Devletin kendi koyduğu kurallara uymasını ve evrensel kurallara göre insanlara hukuk güvenliği sağlamasını istemektir. Bu tür talepleri orasından burasından çekiştirerek tek taraflı düşünmek, suyu bulandırmaktan başka hiçbir işe yaramaz.
KOCASAKAL’IN AÇIKLAMALARI SİYASAL İKTİDARA DESTEK VERMEKTEN BAŞKA ANLAM TAŞIMAZ
Savunduğunuz düşünceler sonucunda ne tarafa düştüğünüz, nerede konumlandırıldığınız önemlidir. Bu açıdan bakıldığında adalet yürüyüşünü eleştirenlerden Kocasakal; söyledikleri ve duruşuyla nereye düşüyor ve kime hizmet ediyor, ona bakalım. Şununla yürüyemezsin, bununla yürüyemezsin diyor. Tamam, itiraz ettiklerine fikir olarak karşı çıkabilirsin, buna kimsenin diyeceği olamaz. Ama hiç kimseyi, kasaba politikacısı, Atatürk düşmanı, boy göstermek gibi aşağılayıcı, kendini ben, ben diye öne çıkartan anlayışla değerlendiremezsin. O zaman şunu derler; sen de Atatürk Cumhuriyetinin dibine kibrit suyu döken siyasal iktidarın tarafındasın. Kocasakal’ın açıklamaları siyasal iktidara destek vermekten başka bir sonuç yaratmamıştır. Bunu doğrudan doğruya yapamadığı, söyleyemediği için, toplumun o kadarını da kendisine yakıştıramayacağını düşündüğü için bir sürü süslü, toptancı söz ederek, emperyalizm diyerek, bölücü diyerek, iktidarın dilini kullanarak kendisine haklılık payı çıkarmaya çalışmıştır. Kendisinin, yürüyüşe karşı çıkarken söylediği gibi düşündüğünü biz biliyorduk ama kitleler bilmiyordu. Yürüyüş turnusol kâğıdı oldu, Kocasakal’ın şoven yönünü ortaya çıkardı, siyaseten öncelik sıralaması yapamadığını gösterdi…
Günümüzün yakıcı sorunu, adaletsizlikle ifade edilen her türlü haksızlıktır, sömürü düzenidir. Demokratik, laik Cumhuriyetin değerlerine yapılan saldırıdır. Bu nedenle yapılması gereken kitlelerin adalet isteğine sahip çıkmaktır. Bu talebi ileri götürmektir. Türkiye’de yıllardan beri yaşanan haksızlıkların, hukuksuzlukların, adaletsizliklerin hesabını sormaktır. Bugün, iktidarın diline benzer şekilde ayrıştırıcı dil kullanmanın hiçbir yararı yoktur ve hiçbir dönemde de olmamıştır.
ADALET YÜRÜYÜŞÜ BİR TURNUSOL KAĞIDI GÖREVİ GÖRMÜŞTÜR.
Ben adalet yürüyüşünü sahiplenmeyenlerin, özellikle hukukçuların topluma karşı sorumluluklarının olduğunu ve boynunun borcu olan bir görevi yerine getirmediklerini düşünüyorum. Barolar Birliğinin de “bir siyasi parti tarafından gerçekleştirildiği için adalet yürüyüşünde olamayız” gibi bir gerekçeye sığınmasını doğru, geçerli ve haklı bulmuyorum. Çünkü kamuoyu, sayın TBB Başkanının yürüyüşü yapan siyasi parti ile iç içe olduğu dönemleri de biliyor. Asıl olması gereken yerde, hatta bırakın olmasını, kendisinin düzenleyicisi olması gereken bir eylemlilikte olmamak, kabul edilebilir değildir, mantığı yoktur. Adalet yürüyüşü bir turnusol kâğıdı görevi görmüştür. Barolara bakınız, adalet yürüyüşü karşısında sessiz kalan baroların, baro başkanlarının gerekçesi; “biz mevcut iktidardan çekiniyoruz, elimizdekileri de kaybetmekten korkuyoruz, riskleri göze alamıyoruz” şeklinde olsaydı bu bir ölçüde anlayışla karşılanabilirdi. Ama bunu söylemek yerine; “yürüyüşü bir siyasi parti düzenledi, biz de tarafsızız, tarafsız olmak zorundayız, herkese eşit mesafede olmak zorundayız” diyerek yan çizmek, hiç kimse için inandırıcı gelen bir tablo olmamıştır.
ARTIK SÖZLERİ YÜKSELTMENİN DEĞİL SESLERİ YÜKSELTMENİN ZAMANIDIR.
Durduğunuz yer gördüklerinizi belirler… Durduğunuz yer siyasi iktidara yakınsa daha çok bahane bulursunuz, dış güçler dersiniz, cafcaflı sözlerle emperyalizm dersiniz, devletin bekası dersiniz. Zaten avukatlık gerekçe üretme sanatıdır, ama tutarlı ve kabul edilebilir gerekçe üretme sanatı... Oysa adalet arayışına karşı ileri sürülen hiçbir gerekçenin önemi ve anlamı yoktur. Çünkü en insani duygu adalet duygusudur. Bunun sistemlerle, siyasetle ilgisi de yoktur. Adalet istemek için sadece canlı olmak yeterlidir. Kaldı ki bizler insanız, 21. yy’ın insanlarıyız. Bu süreçte herkes kendini haklı çıkartacak çok söz söyledi. 9 Temmuz gösterdi ki, artık sözleri yükseltmenin değil, sesleri yükseltmenin zamanıdır.
SİYASİ İKTİDARA DESTEK VEREREK ATATÜRK’ÜN ADINI ASLA AĞIZLARINA BİLE ALMAMALILAR.
Siyasi İktidarı destekleyenlere, ne uğruna desteklediklerini düşünmeleri için şunu söylemek isterim; biliyorsunuz Cumhurbaşkanı geçenlerde yaptığı konuşmada; “biz siyasi iktidarı ele geçirdik, siyasi iktidarda hâkimiyetimizi sağladık ama kültürel ve sosyolojik olarak birtakım isteklerimizi henüz yerine getiremedik” dedi. Bu şu anlama geliyor; “biz Atatürk ve arkadaşlarının kurmuş olduğu Cumhuriyetin bütün kurumlarını ele geçirdik, bunları istediğimiz gibi değiştirebiliyoruz, oynayabiliyoruz, nedir bunlar örneğin; üniversiteleri ele geçirdik, siyasi iktidarı zaten ele geçirdik, valiler bizden, kaymakamlar bizden, muhtarlar bizden, seçimleri kazanıyoruz, yargıyı ele geçirdik, istediğimiz kararları alabiliyoruz, Milli Eğitimi ele geçirdik, müfredatıyla ele geçirdik, emniyeti ele geçirdik, ekonomi bizim elimizde ama hala Cumhuriyetin mayaladığı o modernite kültürüne etki edemedik, modern, seküler yaşam biçimini toplumun çoğunluğunun alışkanlığından çıkartamadık. Daha doğrusu İslami yaşam biçimini bu topluma kabul ettiremedik. Siyasi iktidar diyor ki, ben siyaseten her şeye hâkimim ama henüz kültürel ve sosyolojik olarak, onların açıkça söylemediği, siyasi İslam’ı hayat biçimi haline getiremedim onun peşindeyim. Eğitim sistemiyle, hukuk sitemiyle onun için uğraşıyorum diyor… İşte bugünkü devlet savunuculuğu buraya, bu anlayışa çıkıyor. Bugün bir kişinin şahsında bütünleşen devletin savunuculuğuna soyunmak, siyasal İslam’a hizmet etmek, Atatürk Cumhuriyetine karşı çıkmaktan başka bir anlam taşımıyor. Devlet bekası diyerek adalet arayışına karşı çıkanlar, mevcut siyasi iktidarla aynı paralelde kalıyorsunuz, tekçi anlayışınızla, devletçi anlayışınızla savunduğunuz devlet, Atatürk adına savunduğunuz devlet, Atatürk’ün savunduğu ya da geçekleştirmeye çalıştığı Cumhuriyet asla değildir. Bu anlayıştaki kişilerin kime destek verdiklerini artık görmeleri anlamaları gerekiyor. Bakın 15 Temmuz anma gösterileri için yapılan afişler dahi gösterdi ki, mevcut iktidar Fetullah Gülen’le kavgalı değil. afişlerde adı bile geçmedi. Ama afişlerde Türk ordusu halka hedef gösterildi.
Bu nedenle, solcu, Atatürkçü gözüküp, iktidar payandalığı yapanların Atatürk’ün adını ağızlarına alması kabul edilemez. Atatürk bugün hayatta olsa ve açıkladıkları gerekçelerle siyasi iktidarın yanında olanları görse, elinde sopa ile bunları kovalar… Çünkü Atatürk 19 Mayıs 1919 da Samsun’a çıktığı zaman kafasındaki devlet yapısı, sosyal yapı, kültürel yapı Osmanlının mevcut düzeni değildi, onu değiştirmek, modernleştirmek üzerine hayal ederek gerçekleştirdiği çağdaş bir düzendi. Verilen bağımsızlık savaşı ve yapılan tüm devrimler, Türk halkını modern bir toplum haline getirmek içindi. Onun için modernitenin, aydınlanma felsefesinin ortaya koyduğu Cumhuriyet değerleri, bugünkü siyasi iktidarın tarafına düşerek savunulamaz.
adaletbiz.com