Duruşma/tartışma aşamasının başoyuncularına sesleniyorum: İlk sözlerim, düşünmesini bilenleredir

~ 16.07.2025, Prof. Dr. Sami Selçuk ~

Türkiye, hukuku çiğneme konusunda ne yazık ki, Avrupa ve Asya ülkesi olarak birinci ülke ve devlettir. Dahası bu mahkemenin önüne gelen dava sayısı açısından ülkemiz, nüfusu yaklaşık bizim iki katımız olan Rusya’ya karşı açılan dava sayısını ikiye katlamış, üçe katlayacak orana doğru hızla yürümektedir

Konumuza girmeden önce, dilerseniz hep birlikte tarihe başvuralım ve bir karşılaştırma, değerlendirme yapalım.

Çünkü yargılama etkinliğinin, özellikle de “duruşma aşamasının tarihi bizlere şunları söylemektedir:

MÖ 399 yılında “doğal yargıç ilkesi”ne göre oluşturulan mahkemede “kamuya açık yargılama,” kısaca ülkemizdeki yanlış hukuk terimiyle “duruşma” sonucunda ölüm cezasına hüküm giyen Sokrates’in, diyalektiğe dayanan sağlıklı yargılama / duruşma diyalektiğine dayanılarak, kanıtlarla doğrudan ilişki kurularak, herkese açıklık ilkesine uyularak bütün dünyanın gözleri önünde nasıl yargılandığını, en önemlisi de Türk yargıçlarının, hukukta son sözü söyleyen Yargıtay, Danıştay ve anayasa Mahkemesi üyelerinin günümüzde bile başaramadıkları görüşme ve oylama kurallarını (Selçuk, Sami, Suç Yargılama Sürecinde Duruşma ve Görüşme / Oylama, Ankara, 2024) halktan gelen iddiasız mütevazı Yunan yargıçlarının nasıl başarıyla uyguladıklarını birbirini doğrulayan üç ayrı kaynaktan ayrıntılarıyla 2424 yıl, yani yirmi beş yüz yıl sonra artık hepimiz bilmekteyiz.

 
 

Ancak onu yargılayan yargıçlardan hiçbirinin adını asla bilmemekteyiz.

Oysa Sokrates’ten 2280 yıl, yani 23 yüzyıl sonra 1881 yılında Mithat Paşa’nın doğal yargıç ilkesine aykırı olarak, Mithat Paşa için kurulan ve bu yüzden hukuk tarihinin olumsuz yargısından ve hesaplaşmasından bir türlü kurtulamayan, hiçbir zaman da kurtulamayacak olan yüz karası “Çadır Mahkemesi”nde nasıl yargılandığını, bilim insanlarımız, tarihçiler dâhil, hiçbirimiz yeterince asla bilmiyoruz, bilemiyoruz.

 Çünkü varsayımlara dayanan ve birbirleriyle çelişen kaynaklara göre, Paşa’nın duruşması, çoğu zaman açık değil, gizlidir, yani karanlıktır.

Karanlık” ise, bilindiği üzere, Miguel de Cervantes’in (1547-1616) bir zamanlar dediği gibi, “Bütün günahların üstünü örten bir yorgandır.”

Bütün bunlara karşın onu yargılayan yargıçların ve iddia makamında bulunan savcının, Sokrates’le ilgili davanın tam da tersine, kimler olduklarını günümüzde bile bilmekteyiz.

Peki, bütün bunlar neden böyledir?

Çünkü bu son yargılamaya katılan yargıçlar, tıpkı hükümeti deviren, TBMM’yi ortadan kaldıran 1960 darbesi sonrasının Yassıada Mahkemesi gibi, suç konusu eylemden sonra oluşturulmuş bir mahkemenin yargıçlarıdır; dolayısıyla mahkeme, doğal mahkeme değil, yargıçlar da, doğal yargıçlar değildirler.

Sözgelimi, savcı dâhil, bunların içinde daha önce kendileri ya da yakınları arasında sanık Vali ve Sadrazam Mithat Paşa tarafından cezalandırılanlar bile bulunmaktadır.

Sözgelimi, Mahkeme Başkanı Kadı Sururi Efendi, işlediği yolsuzluklar yüzünden Mithat Paşa tarafından meslekten atılmış biridir.

Kısaca ne yargıçlar yansızdır ne de savcı.

Üstelik bu görevliler, önyargılıdırlar da. Çünkü iddianameyi (ithamname), Adliye Nazırı Ahmet Cevdet Paşa, Mahkeme Başkanı Sururi Efendi, Savcı Latif Bey, Mabeyinci Ragıp Bey, birlikte hazırlamışlardır (Tiryakioğlu, Samih, Dünya Tarihinde Büyük Siyasi Davalar, İstanbul, 1963, s. 128-143).

En önemli ve acı olanı da, tarihsel verileri göre, yetiştirdiğimiz büyük hukukçularımızdan ve Osmanlı döneminde yapılmış en iyi yasalardan biri olan Mecelle’de emeği en çok geçen Adalet Bakanı Ahmet Cevdet Paşa, iddianameyi hazırlamakla yetinmeyip, daha da ileri gitmiş, duruşma aşamasında yargıçların arkasındaki bir koltuğa oturarak mahkeme yargıçlarına ve savcısına durmaksızın buyruklar vermiş; bunun üzerine sanık Mithat Paşa dayanamayıp yargıçları azarlamıştır.

Zira iki Paşa, yani Ahmet Cevdet ve Mithat paşalar birbirine düşmandır.

Nitekim Mithat Paşa, kendi savunmasına başlarken “İtham mazbatasının (iddianame) yalnızca iki yerini sahih ve doğru buldum. Birisi, başındaki besmele, diğeri, nihayetindeki tarihidir” demek gereğin duymuştur.

Sonuçta Mithat Paşa, bu iddianame doğrultusunda yargılanmış, Sokrates’in yargılamasını yapan mahkemenin tersine, gizli yargılanma, gizli duruşma sonucu hüküm giymiş, Sultan Abdülhamid’in buyruğuyla 7 Mayıs 1884 (61 yaşında) tarihinde Albay Mehmet Lûtfi ve Binbaşı Bekir Beyler tarafından Taif’te boğulmuştur (Tiryakioğlu, Samih, Dünya Tarihinde Büyük Siyasi Davalar, İstanbul, 1963, s. 128-143).

Kısaca bu davada Adalet Bakanı ve yargıçlar, yansızlık, nesnellik, kendi inanç ve görüşlerinden arınma ilkelerine uymak şöyle dursun, tam tersine bu ilkeleri, pervasızca çiğnemişlerdir.

Mahkemenin oluşumu da, yapılan duruşma da, Türk yargılama tarihinin yüz kızartıcı sahnelerinden biridir.

Yassıada Mahkemesi de öyle.

Bu Mahkeme de, hiç kuşkusuz her şeyden önce “doğal / yasal yargıç,” dolayısıyla “adil yargılanma ilkesi” çiğnenerek oluşturulmuş bir mahkemedir. Dolayısıyla bu ilke çiğnendiği için de, Cumhuriyet döneminin yüzünü kızartan bir yargılama organıdır, bu mahkeme. Böyle bir mahkeme eliyle bir başbakanın ve bakan arkadaşlarının asılması ise, devletin “tasarlayarak” (taammüden) işlediği yüz kızartıcı bir cinayettir.

Görüldüğü üzere yargılama etkinliğimiz konusunda sicilimiz hiç de parlak değil.

Hatta tam tersine kınanası, lekeli, tiksindirici bir sicile sahibiz.

İşte bu yüzdendir ki, bu yazılarda geçen bütün sözlerim, yargıçlara, savcılara, avukatlara, kısaca kendilerinden öncekileri taklit edenlere değil, düşünmesini bilen hukukçulara yöneliktir.

Bildiğiniz gibi sayın hukukçular, bizler, yani yıllardır aralarına girmeye özendiğimiz Avrupa Birliği ülkelerinin insanları, uzun süredir “gün ışığında demokrasi” (démocratie à ciel ouvert, open-air democracy) içinde yaşarken, biz Türkler, her açıdan, özellikle de yargılama erkinin var oluş nedeni ve yürüyüşü açısından, ne yazık ki, gittikçe biçimselleşerek, içeriksiz, özsüz, göstermelik, metalaşmış, törensi ve de benimsediğimiz Batı hukukunun gözünde %97’si kınanası, “mutlak geçersizlik (butlan) yaptırımı”yla sakat bir “duruşma,” bu yazıda ve izleyen yazılarda sık sık yineleneceği üzere, doğru hukuk terimiyle tartışma (Debatte, débat, dibattito, debate), yanlış alglamayla karşılıklı durma, yani “duruşma” güldürüsüyle üretmeden debelenip durmaktayız.

Evet. Açıkça itiraf ve kabul edelim ki, durum budur, efendiler.

Çok yazık, çok da utanılası bir durumdur, bu!?

Özetle aslında çözmemiz gereken ana, temel sorun, halk ozanlarının karşılıklı olarak birbirlerine yanıt yetiştirmesi, yani Türk uygulamasında görüldüğü üzere, işteş eylemle asla karşılıkla durma, dolayısıyla asla bir “duruşma” değildir, bu.

Tam tersine davayı bütünüyle yüksek sesle karşılıklı tartıp, evet doğru deyişle “tartışma” yaparak uyuşmazlık konusunu çözme sorunudur, bu.

Üstelik bu sorun, yalnızca Avrupa değil, Avrupa ülkeleri hukukunu dil dâhil her alanda benimseyip uygulayan Afrika ülkeleri gözetildiği zaman, ülkemiz uygulamasında yüzde doksan yedisi çok taklitçi, bu nedenle de çok çocuksu, çok acı, çok üzücü ve hukukun gözünde bütünüyle yanlış bir işleme dönüşmüştür.  

Ne yazık ki, yıllardır bunları dile getiren hukukçularımızın çığlıklarına yargıçlarımız bile, asla duyarlı olmamışlardır.

Oysa ne demişti; büyük ozanlarımızdan ve düşünürlerimizden Melih Cevdet Anday?

Uyumayacaksın / Memleketinin hali / Seni seslerle uyandıracak / Oturup yazacaksın.”

Gerçekten uygulamada yargılama etkinliklerimizin durumuna, yani dilimizdeki yerleşik yanlış terim ve uygulamayla “duruşma”larda sergilnen bu durum, Cumhuriyetin başından bu yana, Ayşe teyzelerin “SENİ MAHKEMEYE VERİR, SÜRÜM SÜRÜM SÜRÜNDÜRÜRÜM” çığlıklarıyla, evet, doğru değerlendiremeye dayanan bu çığlıklarıyla hepimizi uyarıp durduğu, günümüzde bir çırpıda bütün dünyaya ulaştığı halde, hiç kimsenin, duruşma, tartışma aşamasında sürekli bayatlaştırılan bu adaletsizliğe, saçmalığa dünlerde de, bugünlerde de hemen hemen hiçbir hukukçunun sesi çıkmamıştır, çıkmamaktadır da.

Bir bilim insanımız dışında.

Gerçekten İstanbul Ü. Hukuk Fakültesinde kırk yıla yakın hocalık yapan Merhum Ord. Prof. Dr. Mustafa Reşit Belgesay (1887-1969), bütün bunları gözeterek öğrencilerine İstanbul’da tek doğru duruşma yapan asliye hukuk yargıcı Dr. Amil Artus’un (1911-1989) yanında staj yapmalarını sürekli öğütleyip durmuştur.

Besbelli ki, Lozan’da doktora yapan Merhum Artus, olasılıkla orada zaman zaman mahkemelerde yapılan duruşmaları da izlemiş; fakültede okutulan bilgilerin duruşmalarda canlı olarak nasıl yaşandığına tanık olmuştur.

Dahası, bu konuda Avrupa insan Hakları Mahkemesinin çığlıklarına bile kulak veren yok.

Öyle ki Türkiye, hukuku çiğneme konusunda ne yazık ki, Avrupa ve Asya ülkesi olarak birinci ülke ve devlettir. Dahası bu mahkemenin önüne gelen dava sayısı açısından ülkemiz, nüfusu yaklaşık bizim iki katımız olan Rusya’ya karşı açılan dava sayısını ikiye katlamış, üçe katlayacak orana doğru hızla yürümektedir.

Bu durumu görüp kahrolan, yüzleri kızarıp üzülen hukukçular ise, günümüzde bile çok azınlıktadır.

Sorunu çözmesi gereken siyasetçilere gelince, onlar, üzücü bir bilinçsizlik, ilgisizlik ve pişkinlik içinde sorumluluğu birbirlerine atmakla yetinmekte, bazen de yüksek katlarda oturanlar bile, “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, ne derse desin, isterse bizi tazminat ödemeye mahkûm etsin, öder geçeriz” saçmalığını, laubaliliğini sürdürmekte, hatta “bizi neden Birliğine almıyorsunuz?” deme pişkinliği içindedirler.

Azınlıkta bile kalsalar, her yönüyle bu ülkeye ve insanına sevdalı insanlarımıza gelince, onlar, yaşananları yakından gördükleri halde, sadece işin içinden nasıl çıkacaklarını düşünmekte, kimileri de, görüşlerini büyük boy yüzlerce sayfayı bulan kitaplara dökmektedirler. 

Ancak görülen o ki, boşunadır, bütün bu çığlıklar.

Zira Ortaçağ toplumlarında “Yaşamda en doğru yol gösterici olan bilim”i dinleyenler, asla olmaz, olamaz.

Hiçbir zaman da olmamıştır.

Çünkü onlar hiç okumazlar ki

Dolayısıyla, kimse düşlere kapılıp kendisini aldatmasın.

Burası, efendiler, sayenizde arada sırada bilim çağını yakalamış görünse bile, ne yazık ki, çırpınışları bile duyulmayan bir ortaçağ ülkesidir.

Nitekim şu anda bile ortaçağ kurallarıyla yönetilmektedir.  

O kadar.

Lütfen gerçekçi olalım, kendimizi aldatıp avutmayalım, avunmayalım da. 

Öfkelenecek yerde, ilkin söylediklerime kulak verin, sonra da bunların üzerinde sadece derin derin düşünün, efendiler!

Evet. Sizlerin de bildiği üzere, yargılamanın, özellikle de duruşmanın, yukarıda değindiğim gibi, doğru terimle tartışmanın sonucu kurulan her yargı (hüküm), sadece yargıcın değil, savcının ve de duruşmaya katılmışsa avukatların da payının olduğu ortak bir işlemdir. 

İşte bu yüzden söz konusu işlem, yüksek sesle açıklanırken, herkes ayağa kalkar, ona saygı duyar.

Yargılama erki içinde ve karar makamında olan yargıçlar; iddia makamında, cumhura, yani halka ait değerleri korumak için kesinlikle yönetim biçimi cumhuriyet olarak değil, tam tersine cumhura ait değerlerin (res publica, ki, Fransızca “république,” yani Türkçe “cumhuriyet”) sahibi, sesi ve koruyucusu olarak savcılar; savunma ya da yine iddia makamında, avukatlık mesleğine özgü yasalarına göre çok anlamlı dille ve çok önemli bir anlatımla “HUKUKUN DOĞRU UYGULANMASI”nı sağlamak amacıyla, yani ahlaki ve hukuki boyutlarıyla, yükümlülükleriyle avukatlar bulunmaktadır.

Bütün bunların anlamı şudur, efendiler: Adalet dağıtmak için bu üç makamda bulunan Cumhuriyetimizin yargıçları, savcıları, avukatları, yargılama ve duruşma konularında çok duyarlı olmak, yargılama ve de duruşma hukukunun, özellikle de “duruşma (tartışma) ahlakı”nın üzerine titremek; batılı anlamda diyalektik ve yine batılı dille “tartışma,” tıpkı halk ozanlarının birbirlerine cevap yetiştirmelerinden esinlenilerek yanlış çeviriyle ülkemizde “duruşma” diye adlandırılan ve de uygulamada yanlış algılanan bu aşamayı gerçekleştirmek, son çözümlemede buna dayanan “yargılar”la (hüküm, karar), hak ve adalet dağıtma görevini kesinlikle yerine getirmek ve adalet değerini yaşatmak zorundadırlar.

Evet, efendiler, hukuk da, bilim de, böyle demekte, böyle buyurmaktadır.

Ancak sizler, efendiler, evet sizler, mahkeme hükmü açıklanırken ayağa kalksanız bile, yukarıda değinilen ve “en doğru yolu gösteren (mürşit) bilim”in bu buyruğunun özünü, ne yazıktır ki, asla anlamış, özümsemiş değilsiniz.

Bu nedenlerle gelecek yazılarımda yaşadıklarımın, gördüklerimin ışığında bu makamlarda yer alanlara bazı noktaları ve de sorumlulukların anımsatmak istiyorum.

Sürecek...


https://t24.com.tr

Prof. Dr. Sami Selçuk | Tüm Yazıları
Hits: 859