Hakikatiniz Artsın

~ 10.02.2025, Av. Zeynep Yılmazer ~

Tarih biliminin çok ciddi bir sıkıntısı vardır, tekerrür ettiğini anlayabilmek için üzerinden epeyce bir zaman geçmesi gerekiyor. Oysa tekerrür eden tarih değil, tarihin bizzat öznesi olan insan. Sen, ben ve o…Tarihi şimdi, şu anda birlikte yazıyoruz. Şu anda, yaptığımız ya da yapmadığımız her şey, bizim tarihimiz.  Yaşar Kemal okuyordum bugün. Yazmış, yazmış, bir kitapta toplamış, adını  “Zulmün Artsın” koymuş. Onunla birlikte sona eren röportaj gazeteciliğini anlamak istiyorum. Onda olan, bizde eksik olan ne? 

Ne kadar çabalasak da; Yaşar Kemal’in anlattığı insan manzaralarını yazıp anlatabilmek için gerekli yazılımımız yetersiz artık. Sığ kalıyor, derinleşemiyor anlatımımız, artık insan insana erişemiyor, üzerimizde bir görünmezlik pelerini. Hiç kimse perdeyi kaldırıp “Öteki” ile göz göze gelmek istemiyor. Sanırım bir üst versiyonu için bu yazılımın, biraz daha beklemeliyiz. Sadece bir derin nefes alarak dokunabilirsek Öteki’ne,  anımsıyor o zaman dil denilen organ, kulakla arasında muhteşem, kökleri arkaik insanın mitsel düşlerine kadar dayanan bir bağ var. Kulak, dilden çıkan sözleri, her nasılsa bir şekilde hissetmeye devam ediyor hala. Şiddet, dilde başlıyor. Psişik bulaşıcı salgınımız artık. “Ben acıttıkça acıtıyorum, sen dayanmak için derin derin nefesler al.” 

Bilimsel olduğunu iddia eden bir şey, üzerimize doğru manifestliyor. “Anda kal, anı yaşa, kendini sev, senden daha değerli hiçbir şey yok.” Ortaçağın salgını vebaydı, bu çağın salgını insanın hem Öteki’ne, hem kendisine yabancılaşması olsa gerek.  Kişi, bilmeye kendinden başlar, deneye yanıla, geze dolaşa. Yaşama bilgiyle bağlandıkça sevebilir, kendinden olanı ve kendinden olmayan Öteki’ni. 

Yazılımı, “anda kalmak” üzerine programlanmış günümüz insanı için, sanırım giderek zorlaşmakta dünü hatırlamak. “Geçmişi Unut” “Geleceği düşünme, biz senin yerine nasılsa inşa ediyoruz” diyen “Devlet” isimli bir kişi sürekli kulağımıza fısıldıyor, “Sussss, frekansını değiştir!” Derdini bile doğrudan anlatamıyorsun. Geçen gün gazetede okudum, Montaigne’nin bir metaforu, suça delil gösterilmiş. O an aklıma geldi hemen. Descartes “Elma Sepeti” metaforu desem, sosyolog ve kültür kuramcılarının çoktan tanımladığı “Sosyal Bozulma” kavramı ortalığa dağılıverecek muhtemelen.   

Hatırlamak büyük bir yük artık, tarihe kayıt bırakmaya çalışmak da anlamsız bir çaba. Bizim yerimize düşünebilen bir yapay zeka var. İçindeki veri, değil beş bin, onbeş bin yıl bile götürür. Platon mağara alegorisini nasılsa yazmış bir kere. “Yapay Zeka” ile “Orantısız Zeka” kıyasıya yarışmaya devam ediyor. 

Düşüneni sevmiyorlar. Somut bir ölçü var, sevgi! Sevdikleri kendinden, sevmedikleri “Öteki”. Nietzsche’nin hamamböcekleri metaforu aklıma geliyor. Kelebekleri çok seviyorlar, hamamböceklerini acımadan eziyorlar. 

Düşünüyorum, öyleyse varım! Düşünüp, düşündüklerini açık ve net konuşabilen insanlar, bir tarafa ayrılsın.  Anda kalamayan herkes bertaraf olsun. Ya dışındasındır çemberin ya da içinde yer alacaksın, kendin içindeyken kafan dışındaysa, çaresi yok kardeşim, alıp o kafayı şehre hemen yakın bir konsantrasyon kampı var, oraya gideceksin. Sen de herkes gibi anda kalmayı öğreninceye kadar, bir süre orada ıslah olacaksın.

Ne diyordum! Yaşar Kemal. “Zulmün Artsın” isimli kitabını okuyordum. 11.02.1962. Yazısının başlığı “Eski Tas, Eski Hamam” 

“Bana öyle geliyor ki, on altı yıldır biz demokrasicilik oynuyoruz. Nedir demokrasi, beş on adamın boyuna biribirine sövmesi mi? On altı yıl durmadan birtakım insanlar birbirlerine sövüyorlar. Seçim gören var mı içinizde? Seçimlerde milletvekili adaylarını dinleyenler var mı? Onların konuşmalarını dinleyen kusar. Seçim konuşmalarını ne yapacaksınız, Meclis konuşmalarına bir kulak verin yeter. Hep, sen ben... Şu on altı yıllık demokrasi oyunu bize neye mal oldu, hesabını bir yapsak altından kalkamayız” 

1962-2025. Aradan geçmiş, tam 63 yıl. Ne kadar tanıdık değil mi? O yıllarda iki siyasi partiden ibaret, çok partili bir demokrasicilik oyunu varmış. Sonra bir ara, oyuna çok çok parti daha eklenmiş. “Çok partili koalisyonlar da, ne kadar istikrarsız canım!” derken bir bakmışız, iki partili bir demokrasicilik oyunu tekrar başlamış. 

Sadece seçimden seçime, tribünleri dolduran taraftarlar gibi sandıklara koşalım istiyorlar. Seçim öncesi halka programını anlatabilen tek bir siyasi parti gören var mı aranızda? Anlatmak isteseler mecra var mı? İttifaklar, masalar kuruluyor, dağılıyor, bugün bu masada olan, yarın diğer masaya geçiyor. Ne olup, ne bitiyor? Hep onlar, bunlar. Halkın düşüncesine ihtiyaç duyulan tek bir zaman, tek bir yer var. İrademiz bu kadar. Kimisi halk diyor, kimisi millet. Biz kimin nesiyiz? 

Anımsıyor musunuz? İkibinli yılların başında katılımcılık, yerel demokrasi, yerinden yönetim, yerel kalkınma diyerek, hevesli hevesli anda kalıyorduk. Şimdi bir otel yanıyor, otelin haritada sadece yerini bulabiliyoruz. O diyor, benim değil! Bu diyor benim değil! Mümkün olsa, otelin işletme sahibi bile “benim değil” diyecek ama neyse ki ülkede sicil tutan kurumlar var. 

Ne suç, ne değil, ne kadarı suç? Kafamız çok karışık. Ortalama insan, sıradan halkız, ne kadar düşünebiliyoruz, düşündüğümüzün ne kadarını konuşabiliyoruz, birisi bize izah etsin.  Yapamayacaklarımızı değil, birisi bize yapabileceklerimizi anlatsın. 

Kitaba devam edeyim. Ahmet Taner Kışlalı ile Yaşar Kemal söyleşisi. Yıl 1987. 

Ahmet Taner Kışlalı    : “Kemalist atılımın hızı niçin kesildi?”   

Yaşar Kemal   :  “Biz Hindistan gibi silahlı işgale uğramadık, ama kültür işgaline uğradık. Mustafa Kemal gelmeseydi, Yunus Emre’yi çok zor keşfederdik Karacaoğlan’ı, Köroğlu’su güme giderdi. İstanbul ile sınırlı taklit kültürü, halkı etkileyememişti. Oysa şimdi durum değişti. Artık tüketici kültürü söz konusu. Radyoyu, televizyonu halka satmak zorunda. Ellerinde büyük güç var.”

Ahmet Taner Kışlalı    : “Bir köy çocuğu olarak, Köy Enstitüleri olayını nasıl değerlendiriyorsunuz? 

Yaşar Kemal   : “Hoca geliyor, söylüyor, çocuklar ezberliyor. Bu, çocukları köleleştirme eğitimidir. Köle olan köle yapmaya çalışır. İnsanlar her yerde böyle yetiştirildikçe, barış olmaz... Biz Köy Enstitüleri ile eğitime, yaşayarak ve yaratarak eğitimi katmıştık. Böyle bir eğitime doğru gidilseydi, dünyada savaş olmazdı. Öyle yetişen insan, atom bombasını atamazdı”

Bu söyleşinin üzerinden de, tam 38 yıl geçmiş. Ahmet Taner Kışlalı, bir gün bir yazı yazdı. Düşünceleri birilerini öyle rahatsız etti ki, üzerine çarpı işareti atıldı. Ahmet Taner Kışlalı, 21 Ekim 1999 günü arabasına bırakılan bir bomba ile katledildi. Dün gibi hatırlıyorum. Yaşar Kemal’de artık yok. Daha nicesi yok. Yıl 2025. Eski tas, eski hamam. Düşünen, düşündüğünü olduğu gibi söyleyebilen insanın üzerine çarpılar atılmaya devam ediyor. En iyisi, yarınlar yokmuşçasına “Anda kalmak, Anı yaşamak” 

Okudum bitirdim kitabı. Artık zulüm demeyelim. Tarih, böylesine olağan bir şekilde tekerrür ediyorsa; artık biz durumumuza başka bir şey diyelim. 

Bana göre, “Akıl Tutulması” diyelim. Psişik bulaşıcı bir salgın hastalıktan muzdaribiz diyelim. Aşısı yok, çıkacağı da yok. Hazır bir reçetesi de yok. 

Bana öyle geliyor ki; biz yirmiüç yıldır hep tek partinin kazandığı bir demokrasicilik oynuyoruz. 

 “Hakikat Bunalımı” bu, aşabiliriz. “Parrhesia” kavramı, antik çağ insanının “kendini etik olarak inşa etme” sürecinin bir sonucu olarak karşımıza çıkar, kendilikle ilgilidir.  “Dürüstlük, açık sözlülük, açık yüreklilik” anlamlarına gelir. Hakikati dolanmaz bir parrhesiastes. Hakikati, açık yüreklilikle söyleyebilme cesaretidir, diyebiliriz. 

Seyahat ederken tesadüfen tanıştığım bir ingilizce öğretmeni olmuştu. Düz cümleye ses tonumla vermeye çalıştığım soru vurgusu dikkatini çekti sanırım, “Ne fark ettim biliyor musun? Siz Türklerin aksanı diğerlerine göre daha sorunsuz oluyor ama soru cümlesi kurarken çok zorlanıyorsunuz, sen ne düşünüyorsun, bu konuda?” diyerek düşünmeme vesile olmuştu. İnsan bilmeye gerçekten kendinden başlıyor. Açıklamak, anlatmak, anlaşılmak için kanadı kırık kuş gibi çırpınıyor, soru sormayı bilmiyoruz. Alışmışız nasılsa sorularımıza verilecek anlamlı cevaplar yok, bahaneler, teselliler ve tavsiyelerden başka. 

“Eğer Atatürke saygılı bir kuşak doğmuşsa, bu ülkenin kültürünün yaratıcısı olan kişiye saygılı bir kuşak varsa, bu değişecektir. Bugün olmasa da, bir gün Türk halkı, Atatürk’e bizim anladığımız anlamda saygı duyacaktır. Çaresi yok.” 

Çaresi yok. Yeterince anda kaldık, anı yaşadık. Carpe Diem, böyle bir şey değil. 

Yaşar Kemal’in 63 yıl önce benzettiği gibi, demokrasicilik oynarken demokrasi deyince ne anlamamız gerektiğini bile unutturdular.  

 

Av. Zeynep Yılmazer | Tüm Yazıları
Hits: 4848