SOSYALİZM VE MARKSİZM ÜZERİNE BİR DENEME

~ 16.04.2024, Av. Vedat Ahsen Coşar ~

Her ne kadar, sosyalist fikirler, çok eski zamanlara kadar geriye götürülebilir ise de, sosyalizm, siyasi bir görüş ve ideoloji olarak On Dokuzuncu Yüzyılın başlarında doğmuştur. Bu bağlamda, sosyalizm, Sanayi Devrimi’nin ürünüdür ve hem Sanayi Devrimi’ne hem de kendisine takaddüm eden liberalizme karşı bir tepki olarak ortaya çıkmıştır.

Zaman içinde ve özellikle Karl Marx’ın fikirleriyle işçi sınıfının bilimi ve ideolojisi olarak şekillenen sosyalizmin temel hedefi ve amacı: kapitalizmi yok etmek; kapitalist sınıfın egemenliğine ve sömürüsüne son vermek; özel mülkiyeti ortadan kaldırmak; bunun yerine ortak mülkiyeti tesis etmek ve üretim araçlarını toplumsallaştırmak ilkesi üzerine kurulu olan sosyalist bir toplum inşa etmektir.

Ne var ki, sosyalizm zaman içinde başlangıçtaki bu radikal düşüncelerinden ve bir ihtilalle iktidara gelmek fikrinden vazgeçmiş, seçimle ve demokratik yolla iktidarı elde etme çizgisine gelmiştir.

Sosyalizmin başlangıçtaki radikal fikirlerinden ve sosyal bir ihtilalle iktidara gelmek fikrinden vazgeçmesi gerektiğini savunanların başında, Lenin’in “revizyonistlikle” suçladığı sosyal demokrasinin kurucu babası olan Eduard Bernstein ile yine Lenin’in “dönek” damgasını vurduğu Karl Kautsky gelir.  

Rafine bir entelektüel ve sıkı bir komünist olan Karl Kautsky, işçi sınıfının örgütlenmesinde ve mücadelesinde, Birinci Enternasyonal’in merkezi iradeci tutumu sonucu gelen 1871 Paris Komünü yenilgisini, bu yenilgi sonrasında Birinci Enternasyonal’in, uluslararası düzeyde parçalanıp dağılmasını görmüş ve yaşamış, gördüğü ve yaşadığı bu deneyim sonrasında, kendi dönemindeki sosyalist/komünist düşüncenin ve hareketin, demokrasiyle bağlarını koparmaması gerektiği üzerine kurduğu bir siyaset anlayışı geliştirmiştir.

Bu çerçevede kaleme aldığı yazılarında Kautsky; “sosyalizm ile demokrasi, biri amaç ve diğeri araç olarak birbirinden ayırt edilemez. Her ikisi de aynı amaca yarayan araçlardır. O nedenle, demokrasi olmadan sosyalizmi proletaryanın kurtuluşu için bir araç olarak düşünmek imkansızdır…Esasen bizim yönümüzden sosyalizm, ayrılmaz bir şekilde demokrasiye bağlı ve ona mündemiçtir, zira demokrasisiz sosyalizm olmaz…” (Karl Kautsky, Çeviren Vedat Ahsen Coşar – Sosyal Devrim/İhtilal 1902, Dorlion Yayınları, 2022) ifadelerine yer vermiş ve bu konudaki düşüncelerini “…Ben, demokrasiyi gereksiz gören ya da kooperatiflerin, sendikaların, sosyal demokrasinin belediyelere ve parlamentolara girmesinin ya da reformların elde edilmesinin değersiz olduğu şeklinde düşünen birisi olarak anlaşılmak istemiyorum. Esasen bundan daha yanlış anlaşılan bir şey de olamaz. Aksine, bütün bunlar proletarya için ölçülemez değerdedir. Bunlar, sadece bir devrimden/ihtilalden kaçınmanın araçları olarak önemsizdirler…Demokrasi yoluyla elde edilen siyasi kazanımlar ile demokrasinin kazandırdığı özgürlüklerin ve hakların uygulanması da küçümsenecek bir şey değildir… Demokrasi, aynı zamanda proletaryayı sosyal devrim/ihtilal için olgunlaştırmanın bir aracı olarak da vazgeçilmezdir. Ama demokrasi bu devrimi/ihtilali engellemeye muktedir değildir. Organizma için ışık ve hava neyse, proletarya için de demokrasi odur; o nedenle, proletarya bunlar olmadan güçlerini geliştiremez. Ne var ki, bir sınıfın büyümesini gözlemlemekle, o sınıfın rakibinin eşzamanlı olarak büyümesini göremeyecek kadar da bu konuyla meşgul olmamalıyız. Proletaryanın gücüyle aynı anda örgütlenmesine ve siyasi ve ekonomik güçleri artan sermayenin gelişmesine demokrasi engel değildir…” şeklinde ifade etmiştir. (Karl Kautsky, Çeviren Vedat Ahsen Coşar – Sosyal Devrim/İhtilal 1902, Dorlion Yayınları, 2022)

Kautsky, bu görüş ve düşünceleriyle, bir yandan “en ünlü revizyonist” olarak adlandırılan Eduard Bernstein’in “teorinin pratiğe uydurulması” şeklindeki görüşüne karşı mücadele etmiş, diğer yandan ise “sol anarko sendikalizme ve siyasal mücadeleyi sadece şiddete endeksleyen ihtilalci yaklaşıma” karşı çıkmıştır.

Zaman Kautsky’i haklı çıkarmış, şiddet ve ihtilal yoluyla iktidara gelme fikrini ve hedefini terk eden, iktidara gelmek için seçimi ve demokratik yolları tercih eden sosyal demokrat ve sosyalist partiler, İngiltere’de, Almanya’da, Fransa’da, İspanya’da, İtalya’da, İsveç’te, Şili’de ve başkaca ülkelerde demokratik yollarla, bu bağlamda seçimle iktidara gelmişlerdir.      

Sosyalizmin temel argümanları; topluluk, kardeşlik/yoldaşlık, sosyal eşitlik, ihtiyaç, sosyal sınıf, ortak mülkiyettir. (Andrew Heywood, Siyaset, Liberte Yayınları, Şubat 2006, sayfa 72, 73, 74) 

Sosyalizmin odağında yer alan topluluk fikri, insanın sosyal bir varlık olması, toplum içinde ve başka insanlarla birlikte yaşamak ihtiyacında bulunması ve esasen bir toplum içinde ve başka insanlarla birlikte yaşadığı fikrine dayanır. Bu olgu, İngiliz şair John Donne’nin “hiçbir insan tek başına bir ada değildir; herkes Kıta’nın bir kısmı ve anakaranın bir parçasıdır” (Andrew Heywood, Siyaset, Liberte Yayınları, Şubat 2006, sayfa 72) şeklindeki dizelerinin yanı sıra  bizim büyük şairimiz Nazım Hikmet’in “…Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine…” şeklindeki dizeleriyle ifade edilmiştir.

Gerek Donne’nin gerekse Nazım Hikmet’in dizeleri çok açık bir şekilde, bireysel kimliğin sosyal ilişkiyle, sosyal gruplara ve kolektif organlara katılmakla mümkün olduğunu ve ancak bu şekilde kazanılacağını içermekte ve bunu ifade etmektedir.

Nitekim Nazım Hikmet’in az yukarıda yer verdiğimiz dizesinde vurgu yaptığı “kardeşçesine” sözcüğü, sosyalizmin tüm insanları kapsayan kardeşlik, yoldaşlık fikrine yaptığı bir göndermedir. Bu gönderme başkalarıyla paylaşılan ortak insanlık hissinin ve değerinin şiirsel bir ifadesidir. İnsani bir paylaşımı, insani bir ortaklığı ifade eden bu vurgu, yine Nazım Hikmet’in “Severmişim Meğer” isimli şiirinde yer alan “…üç kırmızı karanfil yolladı bana hapishaneye yoldaşlar, yıldızları hatırladım, severmişim meğer, ister aşağıdan yukarıya seyredip onları şaşıp kalayım, ister uçayım yanı başlarında…” ve “Kozmosun Kardeşliği Adına” isimli şiirindeki “…Yarin yanağından gayrı her yerde her şeyde hep beraber…” şeklindeki dizelerinde tekrarlanır.

Sosyalizmin merkezi değeri olan eşitlik fikri, insanların hem ahlaki eşitliği ile sosyal eşitliğine ve hem de fırsat eşitliğine tekabül eden gelir eşitliği ile hukuki ve siyasi haklardaki eşitliği ifade eder.

Sosyalizmin ihtiyaç argümanı, maddi menfaatlerin sadece çalışma veya liyakat temelinde değil, ihtiyaç temelinde dağıtılması düşüncesini ve inancını yansıtır. Bu ilkenin klasik formülasyonu Marx’ın “herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre” şeklindeki komünist dağıtım ilkesiyle ifade edilmiştir. (Andrew Heywood, Siyaset, Liberte Yayınları, Şubat 2006, sayfa 73) 

Sınıf politikasına, yani toplumlarda sınıfların ve sınıf farklılıklarının olduğu, bir sınıfın, yani kapitalist sınıfın işçi sınıfını sömürdüğü fikrine dayanan sosyalizm, o nedenle, sınıf fikrine karşıdır ve sınıfsız bir toplumdan yanadır. Sosyalizme göre, bu konudaki mücadelenin öncüsü, sosyal, siyasal ve ekonomik değişimin itici gücü ve sosyal ihtilalin aktörü işçi sınıfıdır.

Sosyalizme göre gerek genel anlamda mülkiyetin varlığı gerekse üretim araçlarının mülkiyeti, bir sınıfın, yani kapitalist sınıfın diğer bir sınıfı, yani işçi sınıfını sömürmesinin aracıdır. O nedenle, sosyalizm özel mülkiyete, üretim araçlarının mülkiyetinin bir sınıfın, yani kapitalist sınıfın elinde ve tekelinde olmasına karşıdır. Sosyalistlere göre özel mülkiyet, beraberinde bencilliği, aç gözlülüğü, sosyal ve ekonomik bölünmeleri getirir ve bunu teşvik eder.   (Andrew Heywood, Siyaset, Liberte Yayınları, Şubat 2006, sayfa 73, 74)

Bir başka ideoloji olan Marksizm’in kurucu babası Alman iktisatçı, sosyolog, felsefeci ve düşünür Karl Marx’tır. Karl Marx bir burjuva ailesinin mensubudur. O nedenle, Marx ve Marksizm, her ne kadar burjuvaziyi reddetmiş ise de aslında bir burjuva ürünüdür.

Değişim anlayışı ve ilkesi üzerine kurulu olan Marksizm, kısaca özgün bir siyasal felsefi akım, tarihin diyalektik ve materyalist yorumuna dayanan ekonomik ve sosyal bir dünya görüşüdür.

Kuşkusuz değişim olgusunu ilk keşfeden ve ifade eden Marx değildir. “Aynı ırmakta iki kez yıkanamazsın, zira su akar gider,” diyen Heraklit’de, “Her merhaba yeni bir vedanın başlangıcıdır, hayatta hiçbir şey kalıcı değildir” diyen Buddha’da, “Dün ile beraber gitti cancağızım ne varsa düne ait, şimdi yeni şeyler söylemek lazım” diyen Mevlana’da değişime işaret etmişlerdir.

Ama değişimi bir felsefe haline getiren, değişimin felsefesini yapan Karl Marx’dır. O nedenle, değişim fikrine ve ilkesine dayanan Marksizm, bu yönüyle ve bir teori olarak sosyal, siyasal, ekonomik ve felsefi yönden bir bütünlük içerir. Bu bağlamda, Marksizm, kısaca ideolojik alanda esas olarak sınıf mücadelesini, bu mücadelenin başarılı olması durumunda proletarya diktatörlüğünü, sonrasında ise sosyal, siyasal, ekonomik eşitlik ve özgürlük dünyası olarak nitelenen komünizme varılacağını öngörür.

Marksizm’in ve Marksist felsefenin temel unsurları; tarihsel materyalizm, diyalektik materyalizm, yabancılaşma, sınıf çatışması, artı/artık değer, proletarya diktatörlüğü ve komünizmdir. (Andrew Heywood, Siyaset, Liberte Yayınları, Şubat 2006, sayfa 75, 76)

Tarihsel materyalizm, tarihin materyalist bir bakış açısıyla incelenmesidir. Bu inceleme yöntemi aracılığıyla, toplumun gelişmesinin tarihçesi, bu gelişmenin dinamikleri, üretim ilişkilerinin sosyal yapı içindeki değişiklikleri anlaşılmaya çalışılır. Marx’a göre, bir üst yapı kurumu olan ekonomi ile onun ürünleri olan üretim ilişkileri, toplumsal iş bölümü ve mülkiyet birer alt yapı kurumu olan kültürü, ideolojiyi, siyasi kurumları ve yönetim biçimini belirler.

Metodolojik açıdan Marksizm’in dayanağı, Marksist felsefi düşüncenin tanımlamasını içeren ve bilimsel bir yöntem olarak sunulan diyalektik materyalizmdir. Diyalektiği Hegel’den tevarüs eden Marx, kendi deyimiyle Hegel’de baş aşağı duran diyalektiği ayakları üzerine oturtmuştur. Marx’a göre, toplumsal değişim ile dönüşümün itici gücü diyalektiktir. Bu bağlamda, diyalektik materyalizme bağlı olarak gelişen değişimle birlikte, insanlık, daha ileri bir toplum yapısına doğru evrilmiş, ilkel toplumun yerini köleci toplum, köleci toplumun yerini feodal toplum, feodal toplumun yerini kapitalist toplum almıştır. Bu trende bağlı olarak kapitalist toplumun yerini sosyalist toplum, sosyalist toplumun yerini de komünist toplum alacak, bunu da işçi sınıfı gerçekleştirecektir. İşçi sınıfı iktidarının kuracağı proletarya diktatörlüğü daha sonra kendisini ve devleti sönümlendirecek ve böylece sınıfsız ve devletsiz bir toplum oluşacaktır.

Ne var ki, Marx’ın işçi sınıfı iktidarının kuracağı proletarya iktidarının daha sonra kendisini ve devleti sönümlendireceği ve böylece sınıfsız ve devletsiz bir toplum oluşacağı şeklindeki fikri, öngörüsü ve argümanı, değerli bir sosyolog ve iktisatçı olan Joseph A.Schumpeter’e göre, “…gerçekte yapılacak bir şey olmamasının veya sosyal sınıfların bulunmamasının, sosyalizmi bir tür ilkel gruplar dışında sınıfsız bir toplum şeklinde tanımlamanın mümkün olan sadece bir yoludur. Bu zekice totoloji, Marx’ın sınıfları, kapitalizmi ve üretim araçlarının özel mülkiyetini bir başka şekilde tanımlamasının mümkün olmaması nedeniyle seçtiği bir yoldur…” (Joseph A.Schumpeter, Çeviren Vedat Ahsen Coşar, “Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi”, sayfa 46, Dorlion Yayınları – 2021)

Marx, tarihin tekerleğinin ileriye doğru döndüğüne, bu dönüşe ve ilerleyişe bağlı olarak nasıl geçmişte ilkel komünal toplumdan köleci topluma, köleci toplumdan feodal topluma, feodal toplumdan kapitalist topluma geçildi ise, bir gün kapitalizmin de bir dizi üretim krizine bağlı olarak çökeceğine ve kapitalizmin yerine işçi sınıfının bilimi olan sosyalizmin ve dolayısıyla proletarya diktatörlüğünün ve komünizmin geleceğine inanır.

Marx’ın tezine göre, proletarya diktatörlüğü geldiğinde ve komünist toplum tam olarak kurulduğunda, sınıf çatışması sona erecek, proletarya diktatörlüğü ve devlet sönümlenecek, özel mülkiyetin ortadan kaldırılması ve ortak mülkiyetin tesisi ile meta üretimin yerini gerçek beşeri ihtiyaçların tatminine ve karşılanmasına yönelik üretim süreci alacak ve bu suretle her bir bireyin özgür bir şekilde gelişmesi ve kendisini gerçekleştirmesi sağlanacaktır. Özetle Marksizm’in diyalektik ve tarihsel materyalizm kurgusu budur ve bu şekilde işler.

Yabancılaşma kavramı, Marx’ın erken dönem yazılarında yer alan ve Marksizm için merkezi değerde ve önemde olan bir kavramdır. Bu kavram, bir kişiliksizleştirme durumunu ve sürecini, buna bağlı olarak insanın kendi gerçek ve asıl tabiatından ayrılması ve kopmasıyla kendisine yabancılaşmasını ifade eder.  (Andrew Heywood, Siyaset, Liberte Yayınları, Şubat 2006, sayfa 75) Marx’a göre, yabancılaşma kavramı, insanın doğadan kaçması, kendisine kültürel ve sosyal alanda bir başka doğa kurması anlamına geldiği gibi, kapitalist pazarın ve kapitalist toplum sistemin, insanı kendisine, kendi çevresine, kendi emeğine, ilişkilerine, dünyaya ve yaşama yabancılaştırması anlamına da gelir ve yabancılaşmanın bu türü kapitalizmin yarattığı meta fetişizminin bir sonucudur,

Marx’a göre artı/artık değer, “… kapitalistlerin/işverenlerin, potansiyel hizmet stokunu bir kez elde ettikten sonra, o stoku veya potansiyel stoku üretmek için işçiyi gerekenden daha fazla saat çalıştırarak ve ödedikleri ücretten daha fazla bir fiili çalışma saatini dayatarak ortaya çıkan ürünleri, üretime katılan adam saatlerle orantılı bir fiyat üzerinden satmak suretiyle iki değer arasındaki farkı, kapitalist piyasaların mekanizması gereği ceplerine atmalarıdır ve bu fark artı/artık değerdir. Artı/artık değerin oranı (sömürü oranı) ise, artı/artık değer ile değişen sermaye (ücret) arasındaki orandır.” (Joseph Schumpeter, Çeviren Vedat Ahsen Coşar,  “Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi”, Dorlion Yayınları, 2021)   

Ne var ki, liberalizmin ve muhafazakarlığın kendi içinde ayrışması ve türevlerinin oluşması gibi, komünizmde zamanla kendi içinde ayrışmış ve biri Ortodoks Komünizm, diğeri Modern Marksizm olmak üzere iki ayrı tür ortaya çıkmıştır.

Ortodoks Komünizm, Marksizm’in ilk uygulaması olan Sovyet Komünizmine verilen isimdir. Büyük ölçüde Lenin’e ve Stalin’e ve onların uygulamalarına bağlı olan komünizmin bu türü, Bolşeviklerin Rusya’da iktidara gelmesi ile başlamıştır. Lenin’in döneminde proletarya diktatörlüğüne geçiş programı daha yumuşak ve tedrici bir şekilde uygulanmış iken, Stalin’in iktidara gelmesiyle proletarya iktidarı Sovyet Komünist Partisi’nin diktatörlüğüne dönüşmüş, bu partinin ve partinin başında olan Stalin’in despotik uygulamalarıyla tüm toplum ve kaynaklar devletin kontrolüne geçmiş, tarım kolektifleştirilmiş, ekonomide merkezi bir planlama sistemi uygulanmaya başlamış, Stalin’in şahsında bir kült/tapınma yaratılmış, siyasi alanda tasfiyeler yapılmış, bu bağlamda, akşam kahraman olarak yatan ertesi gün vatan haini ilan edilmiş, Stalin’e muhalif olanların bir kısmı ezilmiş, bir kısmı öldürülmüş, ülkede tam anlamıyla totaliter bir diktatörlük rejimi tesis edilmiştir.    

Bu sürecin ve Ortodoks Komünizmin daha iyi anlaşılması için, aşağıda Stalin’in ölümünden sonra Sovyetler Birliği Komünist Partisi Genel Sekreteri ve bu sürecin canlı tanığı olan Nikita Kruşçev’in 25 Şubat 1956 tarihinde, Sovyet Komünist Partisi’nin 20.Kongresi’nde yaptığı ders niteliğindeki konuşmayı sunuyoruz. Kruşçev, bu konuşmasında şunları söylüyor:

“… Stalin’in icraatını partinin ve ülkenin geldiği nokta açısından değerlendirecek olursak, bir an durup Stalin’in günahlarını düşünecek olursak, Lenin’in endişelenmekte ve korkmakta haklı olduğu sonucuna varırız. Stalin’in, Lenin’in sağlığında daha yeni yeni kendini göstermekte olan olumsuz özellikleri, sonraki yıllarda daha da artmış, Stalin elindeki iktidarı çok tehlikeli bir şekilde kullanmaya başlamış, bu da partimize çok büyük zararlar vermiştir. Bu konuyu ciddiyetle ele alıp doğru tahlil etmeliyiz ki, Stalin’in sağlığında gerçekleşenlerin bir daha hiçbir şekilde tekrarlanmaması için her türlü önlemi alabilelim. O, liderlikte ve çalışmada ortaklık ile işbirliğine asla tahammül göstermemiş, sadece kendisine karşı çıkanlara değil, kaprisli ve despot karakterine göre kendi anlayışına aykırı görünen her şeye karşı acımasızca şiddet uygulamıştır. Stalin, insanlara karşı ikna, açıklama, sabırlı işbirliği yöntemlerini tercih etmemiş, kendi anlayışını dayatmış, kendi fikrine mutlak olarak itaat edilmesini talep etmiştir. Onun fikrine ve kararına karşı çıkan, kendi fikrini, kendi görüşünü ileri süren herkes bulunduğu mevkiden uzaklaştırılmış, dahası maddi ve manevi olarak yok olmaya mahkum edilmiştir…’Halk düşmanı’ kavramı Stalin tarafından icat edilmiştir… Bu kavram, şu ya da bu biçimde Stalin’le uyuşmazlığa düşen, sadece düşmanca niyetler beslediğinden kuşkulanılan, adı kötüye çıkmış veya çıkarılmış olan herkese karşı, her türlü yasallık çiğnenerek en zalim şekilde uygulanmıştır. Bu kavram her türlü ideolojik çatışma ve tartışma zeminini ortadan kaldırmış, gündelik hayatla ilgili her konuda görüş bildirmek olanağını yok etmiştir. Uygulamada bu konuda kullanılan tek suç kanıtı, günümüz hukuk biliminin bütün normlarına aykırı biçimde, bizzat suçlanan kişinin üzerinde uygulanan fiziki baskı ve işkence sonucu elde edilen itirafıydı… Stalin’in büyüklük manisinin nelere yol açtığını hep birlikte gördük ve yaşadık. Gerçeği görme ve algılama yeteneğini tümüyle yitirmişti o; kuşkuculuğunu ve kendini beğenmişliğini, sadece ülkemizdeki insanlarla olan ilişkilerinde değil, bütün partiler ve başkaca uluslarla ilişkilerinde de ortaya koyuyordu… Kişi kültü meselesini bütün ciddiyetiyle düşünmeliyiz… Kişi kültünü, bir daha asla kurulmayacak şekilde, kesin olarak yıkmak zorundayız. Hem ideolojik ve teorik hem de pratik çalışmalardan kişi kültüyle ilgili sonuçlar çıkarmamız gerekiyor… Marksizm-Leninizm’e aykırı olan, parti liderliğinin ilkeleriyle, parti hayatının normlarıyla bağdaşmayan kişi kültünü, Bolşevik ruha uygun olarak mahkum etmek ve ortadan kaldırmak, bu uygulamayı şu ya da bu şekilde geri getirme yönündeki bütün çabalara karşı bıkıp usanmadan mücadele etmek zorundayız…

Sonuç! Sonuç, Troçki’nin çok farklı bir bağlamda söylediği gibi “Ortodoks Komünizmin”, yani Sovyet Komünizminin “tarihin çöp sepetine” gönderilmesi olmuştur. (Andrew Heywood, Siyaset, Liberte Yayınları, Şubat 2006, sayfa 78)

Esasen kaba bir köylü olan, hiçbir entelektüel ve rafine yönü olmayan, kendi iktidarını sürdürmek ve sağlamlaştırmak için bütün siyasi rakiplerini sürgüne göndermek veya öldürmek yolu ile tasfiye eden Stalin’in önce sürgüne gönderdiği, daha sonra ise öldürttüğü Troçki’ye göre Stalin nefret dolu bir adamdır ve “nefret de durdurulamaz ve tedavi edilemez bir hastalıktır.” (Leonardo Padura, “Köpekleri Seven Adam”, Bilgi Yayınevi, 2021, sayfa 42)

Bu noktada üzerinde – artık bir faydası yok ise de – düşünülmesi gereken husus, benim de uzun yıllardır üzerinde durduğum ve kendime sorduğum bir husus olan, hasta ve faşist ruhlu Stalin değilde, entelektüel bir insan olan Troçki eğer Sovetler Birliği’nin başında olsa idi, Sovyetler Birliği’nin ve sosyalizmin kaderi daha farklı olabilir miydi sorususudur.

Gerek felsefi gerekse sosyal yönden farklı perspektifler sunan “Modern Marksizm”in en önemli figürü, Mussolini’nin uzun yıllar hapiste tuttuğu, sendikacı, yazar, düşünür ve olağanüstü bir siyaset felsefecisi olan İtalyan Marksist Antonio Gramsci’dir. Hegemonya teorisinin müellifi olan Gramsci, bu teorisiyle, kapitalizmin toplumda ve insanlar üzerinde kurduğu ekonomik baskının yanı sıra, gerek siyasal, gerekse kültürel ve felsefi yönden baskı kurduğunu ve toplumu sadece ekonomik açıdan değil, siyasal, kültürel ve felsefi açıdan da şekillendirdiğini ileri sürer.

Modern Marksizm’in bir diğer önemli ismi daha önce de düşüncelerine yer verdiğimiz Fransız Marksist Louis Althusser’dir. Althusser’e göre, ideolojik aygıtları olan ve kapitalizmin tekelinde bulunan devlet, ekonomik, siyasal, felsefi ve ideolojik araçlarla toplumu şekillendirir, üretken bir sistem olan kapitalizm, sahip olduğu bu araçlarla üretim koşullarını yeniden üretir, bu yeniden üretim, üretim güçlerinin yeniden üretimi (işgücü) ve var olan yeniden üretim ilişkilerinin yeniden üretimi ile olur. Toplum üzerindeki egemenlik, bu yeniden üretimin aynı şekilde sürdürülmesi ve işgücünün düzenin kurallarına uyması ile sağlanır.

Modern Marksizm’in üçüncü teorisyeni, Frankfurt Okulu mensubu olan Alman kökenli Amerikalı filozof, sosyolog ve siyaset felsefecisi Herbert Marcuse’dur. Marcuse’un teorisinin temeli, sanayi toplumunun ve kapitalizmin, toplumdaki bütün siyasi ve felsefi içerikteki iddia, görüş, eleştiri ve tartışmalara hoşgörü göstermemek suretiyle toplumdaki bütün sistemleri baskı ve denetim altına aldığı iddiası üzerine kuruludur. Nitekim Marcuse, “Tek Boyutlu Toplum” isimli eserinde bu konuyu inceler.


 https://ahsencosar.wordpress.com/

Av. Vedat Ahsen Coşar | Tüm Yazıları
Hits: 76237