SESSİZ KALMAK !
Japonya’daki 9.0 luk depremin ardından, tsunami ve Fukuşima Nükleer Santralindeki patlamanın yarattığı dehşet sarmalı karşısında, insanın becerisi ile şaşkınlığı, zekası ile kurnazlığı, gücü ile çaresizliği, aklı ile aptallığı da perde perde serildi gözlerimizin önüne.
Deprem anını, insanın bulunduğu her alanda; binaların içinde, yollarda, araba kullanırken, merdivenden çıkarken, kaçışırlarken izledik dakikalarca. Tsunaminin, sanki elimizdeki bir sürahiden halının üzerine dökülen bir suyun akışı gibi tarlaların, bahçelerin, köprülerin üzerinden araba, kamyon, gemi ne varsa toparlayarak kente, insanların üzerine dalışını seyreyledik.
Sonra bir nükleer elektrik santralinin kulelerinden beyaz bulutların yükseldiği bir sahne oturdu beyaz cama. Canlı savaş filmlerini yıllar önce izlemeye başlamıştık, şimdi sıra canlı afet filmlerindeydi.
“Burası Japonya”, “Burası Sendai” diyordu elinde mikrofonu olan her dildeki insanlar heyecanla, kaygıyla, üzüntüyle, dehşetle.
9.0’luk deprem, 11 Mart 2011 günü salladı, yıktı, durdu. Tsunami vurdu, yıktı geçti, durdu. Binlerce insan öldü, kayboldu; yıkımların acısı ve ağır sonuçları sürüyor. Ama durmayan bir şey daha var. Bu afette hasarlanan Fukuşima Daiçi Nükleer Santralinin belki de onulması olanaksız zararlar yaratarak insanlara, çevreye, dünyaya yaydığı tehlike.
Böylesine ağır bir tablo üzerine düşünmeye başlarken, Financial Times’in Başyazarı Martin Wolf’un yazısı çarptı gözüme. Yazar, “Hakkında konuşamayacağımız şeylerde sessiz kalmak daha iyidir” diyen filozof Ludwig Wittgenstein’den alıntı yaparak, “Bu söz ile bir anlamda düşünceleri beyan etme sınırımızı da çizmiş bulunuyoruz. O nedenle de Japonya’da doğa olaylarının neden olduğu acı ve endişe konusunda yazmayacağını” söylüyor, konuşabileceği alanda, felaketin ekonomik tablosu hakkında açıklamalar yaparak sürdürüyordu yazısını.
“Hakkında konuşamayacağımız şeylerde sessiz kalmak.”. Filozofun bu sözünü, yaşanmakta olan facianın boyutu karşısında, saygılı davranmayı da öngören bir uyarı olarak saklı tutuyorum. Yine de, Japonya ve 11 Mart 2011 gününden bugüne dek yaşananlara ve yaşanmaya devam edeceği neredeyse kesin olan acılara uzaktan, kuş bakışı ile yaklaşıldığını söylememenin de bir başka haksızlık olduğunu düşünüyorum.
Japonya, 3000 den fazla adadan oluşan bir adalar topluluğu. En büyükleri Honşu, Hokkaido, Kyuşu ve Şikoku olan bu adalar, ülkenin %97′sini oluşturmakta. 128 milyonu aşan nüfusuyla dünyanın nüfus açısından onuncu büyük ülkesi. Başkent Tokyo’nun bulunduğu alan çevresinde bulunan şehirlerle birlikte 30 milyonunun üzerindeki nüfusuyla dünyanın en büyük metropolitan alanını oluşturmakta. Yüzölçümü 377.873 km
2. Ülkemizin yarısından bile küçük. Buna karşın, dünyanın ikinci, bazı kaynaklara göre üçüncü büyük ekonomisi. 2005 yılı itibariyle
Japonya'da kullanılan enerjinin yarısı
petrol, beşte biri
kömür ve %14'ü
doğal gazdan oluşuyor. Japonya'da harcanan elektriğin % 25’i
nükleer enerjiden karşılanıyor.
Savunma bütçesinde dünya beşincisi. Dünyanın en büyük dördüncü ihracatçısı ve en büyük altıncı ithalatçısı. Dünyanın en uzun tüneli ve en uzun köprüsü de Japonya’da.
Dünyanın en yaşlı nüfusuna ve 60 üzeri yaş grubuna girenlerde dünyanın en yüksek yüzde oranına sahip.
Japonya, okuma yazma oranının %99 olduğu bir ülke. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra yapılan reformlar, eğitimin yaygınlaşmasına yol açmış. Kişilerin
eğitim düzeyleri ömür boyu istihdam sisteminde çok önemli bir faktör haline geldiğinden, üst düzey bir şirkette çalışmak öncelikle bir üniversiteden mezun olmaya bağlı olmuş. Ancak bu da, orta ve lise öğreniminin yüksek başarıyla bitirilmesini zorunlu kılmış.
Japonya’nın tarihi dönemlerine bakılacak olursa, oldukça savaşçı bir geleneğin izleri görülüyor. Yakın tarihinde, 20. Yüzyılın başında, 1. Dünya Savaşında (1914 -1918) müttefiklere katılıyor. 1923’te Büyük Kanto Depremi olarak tarihe geçen felakette, yaklaşık 143 bin kişinin deprem sırasında ve sonrasında çıkan yangınlarda öldüğü belirtiliyor. 7,9 büyüklüğündeki deprem sonrasında oluşan tsunami, 12 metre yüksekliğindeki binaları bile yerle bir ediyor. Felaketten en çok
Tokyo-Yokohama bölgesi zarar görüyor; deprem sonrasında çıkan ve günlerce süren yangınlarda, Tokyo’nun beşte ikisinin tamamen yok olduğu açıklanıyor. 1931 yılında, “Mançurya olayı” olarak nitelendirilen, Japonya’nın Mançurya’yı işgalinden sonra,
1937’de Japonya, Çin’e karşı topyekun bir savaşa girişiyor ve İkinci Japon - Çin savaşı başlıyor. 1941’de Pasifik savaşı ile birlikte 2. Dünya savaşına giriyor. 1945’de Japonya, Hiroşima ve Nagasaki'ye atılan atom bombalarından sonra teslim oluyor. 1946’da ise Yeni Anayasası kabul edilir. 1952’de Japonya'daki müttefik işgali son bulur ve Japonya 1956’da Birleşmiş Milletler üyesi olur.
2. Dünya savaşından büyük bir yenilgi alarak çıkmış ve savaş nedeniyle her alanda büyük yıkım yaşamış olmasına karşın, Japonya’nın, 1950’li yılların ikinci yarısından itibaren ekonomik alanda büyük bir hızla gelişmeye başladığı görülmektedir. Bu hızlı toparlanmanın ve gelişmenin temelinde, olağanüstü toplumsal çabanın payı büyük olmakla birlikte, asıl ana neden olarak daha 18. Yüzyılda başlatılan eğitim reformlarının sonucunda yaratılmış yüksek nitelikli insan gücünün çokluğunun yattığı belirtilmektedir. Ayrıca, milyonlarca insanın ölümüne yol açan 2. Dünya savaşında başta üniversite öğretim elemanları, öğretmenler, bilim insanları, tıp doktorları, mühendisler, yöneticiler olmak üzere kritik öneme sahip insanların çok akılcı bir politikayla aktif savaşa sürülmeyip kaybedilmemesi de bu hızlı kalkınmanın bir başka nedenini oluşturmuş. Bu politikaların sonucu olarak, savaş sonrası Japonya’da gerçekleştirilen hızlı kalkınmanın itici gücünü kuşkusuz yüksek nitelikli insan gücü yaratmış, bu dönemde mesleki ve teknik eğitim sistemine büyük önem verilmiş.(*)
Bu çerçevede, Japonya için “Eğitimli insanlar topluluğu” denildiğini belirtelim.
Elektrik enerjisinin %25’ini nükleer santrallerden elde eden Japonya, dünyadaki 438 nükleer santralden 55 tanesine sahip. Savaştan sadece 20 yıl sonra hızla nükleer santral yapımına başlıyor. Uluslararası Atom Enerjisi Ajansının verilerine göre 31 Aralık 2008 tarihi itibariyle dünyada bulunan nükleer santral ve kurulu güç miktarı ile 30 ülkenin içinde ABD ve Fransa’dan sonra üçüncü konumda. (**)
?2. Dünya savaşının ardından Japonya’nın büyük bir gayret ve hırsla yoğun bir kalkınma sürecine girdiğine hiç kuşku yok. Birkaç ülke ile nüfus, yüzölçümü, nükleer santral sayısı ve kurulu gücü üzerine küçük bir kıyaslama yapıldığında bu durum net olarak gözüküyor.
Ülke
|
Yüzölçümü(km2)
|
Nüfus Nüklr Snt. Sayısı Kurulu Gücü (MW)
|
Rusya
|
17.098.242
|
142.000.000 31 21.743
|
Kanada
|
9.984.670
|
33.426.000 18 12.577
|
ABD
|
9.629.091
|
303.232.000 104 100.683
|
Avustralya
|
7.692.024
|
20.180.878 yok -
|
Fransa
|
547.030
|
60.500.000 59 63.260
|
Almanya
|
357.021
|
82.000.000 17 20.470
|
İtalya
|
301.230
|
60.000.000 yok -
|
İngiltere
|
243.610
|
60.270.000 19 10.097
|
Japonya
|
377.873
|
128.000.000 55 47.278
|
Ancak, bu adalar ülkesinin nüfusu, yüzölçümü, sahip olduğu nükleer santral sayısı ve diğer özellikleri, aynı zamanda bir büyük iradenin ve iddianın da göstergesi sayılır. Bu irade kuşkusuz toplumun talebini de yansıtmaktadır. Ama toplumun iradesi ile yöneten irade ne kadar örtüşürse örtüşsün, Japonya’nın tarihine bakıldığında yöneten iradenin hükümran izlerini görmek olanaklı. Bu irade, ülkesinin bir “refah ülkesi” olması için bir tür dayatılmış bir irade gibi de değerlendirilebilir.
Geçenlerde ciddiyetiyle tanınan uzmanlardan biri, patlayan santralı en çok 8.2 büyüklükteki bir depreme göre yapıldığını, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansının kapatma yönünde bir kararının bulunduğunu, Pasifik Okyanusu’na bakan bu kıyıların her zaman tsunamiye açık olduğunu, bütün bunların beklenmeyecek bir durum olmadığını, söylüyor, “sırası değil belki ama “ diyordu açıkça, “büyük gaf bunların hepsi”.
Görsel ve yazılı medyada sık sık vurgu yapılan özelliklerinden biri de Japon insanının acıya dayanıklı, suskun, sessiz, saygılı, ağırbaşlı tutumu. En ciddiye aldığımız kişilerden, gazetecilere, yazarlara, bilim adamlarına, orada yaşamış olanlara kadar herkes, Japonların bu özelliğini, ölümler, felaketler karşısındaki sessizliğini, fedakarlığını, örnek göstererek kutsamakta adeta. “Bilgi saygı ve düzenle sorunlarını aştıkları” yazılıp çiziliyor her gün.
İnsanların yaşamı cehenneme dönmüş iken, gerçekte neyi kutsadığımızı dahi sorgulamadan, onların acılarını dışa vurmayan, ağırbaşlı olmanın bile ötesine geçmiş kabullenişlerini böylesine öne çıkarmaya hakkımız var mı acaba? Doğrusu, en iyi ve en güzel davranışın, sürekli karşılaşılan zorlukların ardından, hep o zorlukların üstesinden gelmek için düşünceli, itaatkar vatandaşlar olmak olduğunu öğreten bir sistemi tartışmaksızın kabul etmeye hakkımız olup olmadığını bilmiyorum. Aklıma en sert aksiyon filmleri ile korku filmlerinin neden Uzak Doğudan ve Japonya’dan çıktığı sorusu geliveriyor aklıma.
Yöneten iradenin daha mükemmel bir yaşam ve kalkınma adına, toplumu ve o toplumun bireylerini kendisi ile birlikte yok etmeye sürükleyecek iddia ve dayatmasının, insanı ve insanlığı daha güzel bir dünyaya götüreceğini kim söyledi? Sordular mı?
Toplumların ve insanların hak ettiği gerçek refah ve mutluluk anlayışlarının, belki yeniden gözden geçirileceği bir çağa doğru yol almanın kötü ve şanssız deneyimi olmalı bu felaket. Hiç değilse böyle bir ders çıkartılmalı; yoksa acılar üzerine sıralanan övgüler de, insanların gösterdiği dirayet de boşuna.
(*) Dr. Haluk İşler, “Japonya’da Mesleki Ve Teknik Eğitim Sisteminin Gelişimi”,
(**) “Dünyada Nükleer Santraller, Santral Sayısı, Nükleer Enerji Kullanımı”, http://www.uzmanportal.com/dunyada-nukleer-santrallersantras-sayisi-nukleer-enerji-kullanimi.html/, 28.03.2011.
Hits: 11218