''...Hrant Dink'in ölümü bizzat 'kullanışlı ahmak' liberallerin de katkısıyla rejim inşa eden güçler tarafından bir büyük propaganda malzemesi olarak kullanılmıştır.''
Hrant Dink’in katili Ogün Samast’ı on altı yılın sonunda saldılar. Eğer katil “bizim çocuklar”dan sayılıp maktul makbul vatandaştan sayılmıyorsa, bir insanı tasarlayarak öldürüp hayattan ve sevdiklerinden koparmanın kayda değer bir cezasının olmadığını bir kez daha görmüş olduk bu vesileyle bu ülkede.
Fransız filozof Alan Badiou etiği “hakikate sadakat” olarak tarif eder. On altı yılın sonunda katili de salınmışken, Hrant Dink’e yönelik en büyük etik borcumuz onun ölümünün hakikatine sadakat olacaktır; bu ise Dink’in neden öldürüldüğünü, neye kurban edildiğini anlamak demektir. Tıpkı bütün siyasi cinayetlerde olduğu gibi burada da takınılabilecek yegâne etik tavır, bu cinayetin hakikatini sorgulamak ve böylece bir hesaplaşma iradesi ortaya koyabilmektir.
Dink’in öldürülmesini bir dönemin açılışı, bir siyasi dizayn projesinin ilk adımı olarak görebiliriz, bu dönem ve projeyi anlamak için ise 2007 yılına gitmemiz gerekir. 2007 yılı siyaseten 19 Ocak günü başlamıştır, çünkü o gün Ogün Samast Hrant Dink’i sırtından vurarak katletmiştir. Açılan dönemin ve siyasi projenin özü ise AKP’nin o dönemki ortağı Fethullahçı çetenin desteğiyle hükümet olmaktan devlet olmaya geçiş kararıdır; AKP’nin rejim inşasında en önemli uğrak Hrant Dink’in katledilmesidir, milat burasıdır.
Aslında 2007’nin ilk işaretleri 2006’da gelmiştir. Örneğin 2006 Şubat’ında Rahip Santoro cinayeti işlenmiştir, 2006 Mayıs’ında Cumhuriyet gazetesine üç kez bombalı saldırı girişiminde bulunulmuştur, 17 Mayıs günü Danıştay baskını gerçekleşmiş ve bir Danıştay üyesi öldürülmüş, dört üye de yaralanmıştır. Haziran ayının başında ise sonradan yaşanacakların bir provası diyebileceğimiz “Atabeyler Operasyonu” gerçekleşmiş, Özel Kuvvetler Komutanlığı mensubu askerler tutuklanarak cezaevine konulmuştur.
Hrant Dink’in öldürüldüğü 2007’ye 2006’dan devreden bakiye budur. Ancak 2007 çok daha kaotik bir yıl olacaktır; çünkü “eski rejim”in son Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in görev süresi 16 Mayıs 2007’de bitmektedir ve AKP’nin içerisinden birinin, özellikle Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olması rejime yönelik bir tehdit olarak görülmektedir. Bu nedenle karşılıklı hamleler yapılacaktır ve ilk hamle “eski rejim”den gelir: Eski Yargıtay Başsavcısı Sabih Kanadoğlu 367 formülünü bulur ve 367 sayısının sadece seçilmekle ilgili olmadığını, Meclis’teki toplantı yeter sayısı anlamına geldiğini öne sürer. AKP’nin vekil sayısı ise 354’dür ve bu durumda CHP oylamalara katılmadığı sürece yeni bir cumhurbaşkanı seçmek mümkün olmayacaktır. AKP, Abdullah Gül’ü aday gösterir, oylama 27 Nisan günü yapılır, toplam 361 oy kullanılır ve Gül 354 oy alır; ancak CHP oylamayı Kanadoğlu’nun formülü doğrultusunda Anayasa Mahkemesi’ne götürür.
Asıl “bomba gelişme” ise o günün akşamında yaşanır. Genelkurmay’ın sitesine sonradan “e-muhtıra” diye adlandırılacak bir basın açıklaması konulur. Açıklamada çok net bir şekilde askerin Gül’ün cumhurbaşkanlığı adaylığından rahatsız olduğu söylenmekte, laiklik karşıtı gidişata dair endişeler belirtilmektedir. Bu açıklamayla birlikte ilki 14 Nisan’da yapılan Cumhuriyet Mitingleri hız kazanır; mitinglerin ikincisi 29 Nisan’da yapılır ve bunu peş peşe yapılan diğerleri izler. Anayasa Mahkemesi ise 1 Mayıs günü verdiği kararla Meclis’te yapılan oylamayı 367 sayısını gerekçe göstererek iptal eder. Gül’ün cumhurbaşkanı olması “şimdilik” engellenmiştir.
Tüm bunlar olurken Erdoğan iktidarı “e-muhtıra”ya direnecektir ve bu direniş 7 Mayıs günü Erdoğan’la dönemin Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt arasında baş başa yapılan ve konuşulanları kendi deyimleriyle “sadece Allah’ın bildiği” görüşmeyle başarıya ulaşacaktır. Kamuoyunda “Dolmabahçe Mutabakatı” diye adlandırılsa da aslında yaşanan Büyükanıt’ın önüne konan birtakım dosyalara baktıktan sonra geri adım atması ve yine kendi deyimiyle “dükkânın kapanması”dır, kapanan ise sadece Büyükanıt’ın değil, kendisini “laikliğin bekçisi” olarak gören askerin ve sonra da Cumhuriyet’in “dükkânı” olacaktır.
Bu sözde mutabakattan sonra iktidar arka arkaya adımlar atmaya başlar. Önce ülke erken seçime götürülür ve AKP seçimlerde 46.6’lık bir oy oranına ulaşır; ancak 367 vekil sayısı bulunamaz. AKP’ye destek ise beklenmedik şekilde MHP’den gelecektir. MHP cumhurbaşkanlığı oylamasında Meclis Genel Kurulu’nda olma kararı alır ve 367 sayısına ulaşılır, Gül de seçimin üçüncü turunda aldığı 339 oyla 11. Cumhurbaşkanı olarak seçilir. Seçimler öncesinde yapılmaya çalışılan ve cumhurbaşkanlığı seçimlerini düzenleyen anayasa değişiklileri ise Cumhurbaşkanı Sezer tarafından veto edildiği için referanduma götürülür ve 22 Ekim’de yapılan referandumda cumhurbaşkanının halkın seçmesi yönündeki düzenleme kabul edilir. Sürecin sonunda AKP birinci parti olarak yine tek başına iktidar olmuş, Gül’ü cumhurbaşkanı seçtirmeyi başarmış ve anayasa değişikliği referandumu da kazanmıştır. Yani rejim inşasında en önemli aşamalar geçilmiştir.
Tüm bunlar olurken, 2006’dan devreden bakiyenin ve Dink cinayetinin belirleyici olduğu diğer mecrada da önemli adımlar atılmaktadır. 12 Haziran günü Ümraniye’de bir gecekondu basılır ve burada çok sayıda silah ve mühimmat ele geçirilir. Bu “Ergenekon” olarak adlandırılacak operasyonlar dalgasının başlangıcıdır ve bu operasyon dalgaları Türkiye’de eski rejimin tasfiyesi ve yenisinin inşası için en güçlü manivela olarak kullanılacak, Cumhuriyet kumpas davalarla mahkeme salonlarında yıkılacaktır.
İşte Dink cinayeti, bu rejim inşası sürecinin kamuoyu nezdindeki meşruiyetinin sağlanması adına ve Fethullahçı çetenin yargı ve emniyetteki kadroları aracılığıyla, BBP bağlantıları üzerinden gerçekleşmiştir. Dink cinayeti, bu operasyonların derin devletle ve vesayetçi güçlerle hesaplaşmak adına yapıldığı söyleminin en güçlü malzemesi olmuş, bu cinayet aracılığıyla liberallerin, solun bir kısmının ve Kürt siyasetinin doğrudan ya da zımni desteği alınmış, kamuoyu seferber edilmiş, rejim inşasının meşruiyeti bunun üzerine kurulmuştur.
Dink’in cenazesinde ABD büyükelçisinin yürümesi, yapılan anmalarda “Hrant’ın katili Ergenekon devleti” gibi olan biteni anlamaktan uzak sloganlar atılması, “Hrant’ın arkadaşları”nın bir kısmının bizzat Cemaat medyasında çalışıp Cemaat’in cinayette oynadığı başrolü gizlemeye çalışmaları, Ali Bayramoğlu, Etyen Mahçupyan, Ahmet Altan gibi figürlerin yaptıkları manipülasyonlar, bir kısım solun “sonuna kadar gidilsin” diyerek rejim inşasına verdiği destek ve oradan “Yetmez ama evet”in damgasını vurduğu 2010 referandumuna gidiş… Tüm bu süreç rejim inşasının 2007’den 2010’a nasıl gerçekleştiğini ve Dink cinayetinin hakikatini ortaya koymaktadır. Dink’in kanı rejim inşası adına, rejim inşa eden güçler tarafından dökülmüştür ve eski rejimin güçleri de bu cinayeti engelleyecek hiçbir şey yapmamış, sıranın kendilerine geleceğini asla düşünmedikleri için olan biteni ellerini ovuşturarak izlemişlerdir.
Peki ya kendilerine sıra geldiğinde? İşin o kısmı kendileri açısından daha da trajiktir; güçleri devrimcilere, sosyalistlere, Alevilere, Kürtlere yetenler, sol düşmanlığıyla açtıkları kapılardan giren İslamcıların kendilerini tasfiye operasyonu karşısında “tek kurşun dahi atmadan” teslim olmuşlar ve Cumhuriyet’in uzun intiharında en önemli aşama geride kalmış, İslamcılar sürecin sonunda rejimi değiştirmişlerdir. O günlerin anlı şanlı ulusalcılarının bir kısmının bugün AKP’li olması ise şaşırtıcı değildir; AKP önce liberalleri sonra Cemaat’i sırtından atmış, ortaya çıkan boşluğu MHP’yle ve bir kısım ulusalcıyla doldurmuştur.
Velhasıl Hrant Dink, Cumhuriyet’in uzun intiharının neticesi olarak iktidara gelen İslamcıların liberal ahmakların verdiği destekle hükümet olmaktan devlet olmaya, eski rejimi ve sahiplerini tasfiye edip yeni bir rejim inşa etmeye ve iktidarı bütünüyle almaya giriştiği bir zaman diliminde katledilmiş, ölümü bizzat “kullanışlı ahmak” liberallerin de katkısıyla rejim inşa eden güçler tarafından bir büyük propaganda malzemesi olarak kullanılmıştır.
İşte Dink’in ölümünün hakikati burada gizlidir ve etik olan da bu hakikate sadakattir; ancak bu sadakat sadece hakikati bilmekle sağlanamaz. Aslolan bu hakikati görüp ona karşı mücadele etmek, yani Dink’i hayattan alan karanlığın karşısında durabilmek, onunla hesaplaşma iradesini büyütmek ve güçlendirmek için mücadele etmektir.
Bu, hem ona hem de kendimize ve bu ülkeye yönelik en büyük borcumuzdur.