Yönetime katılım, yöneteni de `yontacak` bir zorunluluk...

~ 28.06.2024, Murat SEVİNÇ ~

Türkiye’de son yıllarda yerel yönetimlerin ve yöneticilerin popülaritesi, merkezi yönetim ve yöneticilerinin önüne geçti. Bu durum pek çok açıdan 21. yüzyılın umulan gereklerine uygun. Böyle bir devirde her konuya merkezden karar vermek ve oradan yönetmek mümkün değil. Direnç olacak kuşkusuz, üstelik dünya çapında bir direnç, çünkü her şey aynı anda gerçekleşiyor; ancak zorlanarak da olsa bu ilerlemenin önüne geçmenin mümkün olmadığını düşünüyorum.

‘Her şey aynı anda gerçekleşiyor’ varsayımı, moral veren ve moral bozan bir ifade. Bizlere, bir yandan çekecek çok çilemiz olduğunu, diğer yandan tarihin bizlerin kısacık ömrüyle sınırlı olmadığını söylüyor. Bugün tahmin ettiğimiz pek çok gelişmeyi görme ihtimalimiz olmayabilir. 1789’u yapanlar 1848 devrimlerinin tohumunu attığını tahmin edemezdi… işçi sınıfının doğumu kâr hırsıyla yanıp tutuşan makine sahiplerinin marifetiydi… Zola’nın maden işçileri önce Paris’te denedi, ardından Rusya’da başardı…  Bilişim Devriminin aktörleri de, şimdiden tam olarak kestiremediğimiz birkaç on yıl sonraki dünyanın halini belirliyor. 19. yüzyılın ürünü olan ‘kurum’ ve ‘ilişkiler’, 21. yüzyılda ya yok olacak ya şekil değiştirecek.

Memlekette yayınlanan çoğu anayasa ve idare hukuku kitabını elinize alıp karıştırsanız, yönetim-yönetime katılma konusunda 1950’lerin bilgisinin tekrar edildiğini görürsünüz. Örneğin, ‘doğrudan demokrasi küçük nüfuslu yerlerde mümkündür, dolayısıyla şimdiki devlet ölçeğinde uygulanamaz’ cümlesi hâlâ kolaylıkla yazılabiliyor. Oysa teknolojik gelişme, bir dönem için geçerli bu tespiti büyük ölçüde anlamsız hale getirdi. Milyonlarca insanın her karara katılması, kendini ‘doğrudan’ yönetmesi giderek daha mümkün ve gerekli hale geliyor.

Bu nedenle, meclislerdeki ‘temsilciler’ hızla işlevlerini kaybediyor; ahalinin derdini anlatması, duyurması ve çare bulması için onlara duyduğu ihtiyaç ‘somut‘ olarak azalıyor. Temsilciler ve onlarla özdeşleşen temsil kurumu eski anlamını yitirdikçe, dünya yurttaşlarının sistemle bağı zayıflıyor ve her kriz devrinde yaşandığı gibi halklar, bu kez de en yadırgatıcı tercihleri yapıyor. Hal böyleyken, kapitalizmin bugünkü krizini, neoliberalizmin yurttaş haklarına saldırısını görmezden gelen hiçbir ‘temsil krizi’ çözümlemesinin ayağı yere basmıyor. ‘Temsili demokrasiler kriz yaşıyor’, doğru olmasına doğru da, neden yaşanıyor söz konusu kriz? İyi insanların yerini kötü insanlar mı aldı? Mülayim yöneticilerin yerini sinirli yöneticiler mi? Göç olgusu son derece belirleyici, güzel de, neden var böyle bir olgu? Demokrasinin mucidi burjuvazi, 20. yüzyılda faşizmi durup dururken mi icat etmişti? Genellikle olduğu gibi, ‘her şey aynı anda’ yaşanıyor ve faşizmin alametleriyle birlikte doğrudan demokrasinin doğum sancılarını da gözlemlemek mümkün.

Türkiye’de yerel yönetimlerin son yıllarda giderek ilgi çekici hale gelmesinin muhtelif nedenleri var. Çok uzun süren bir partinin iktidarı sonunda, merkezi idaredeki ideolojik hâkimiyeti dengeleyen bir işlev kazandı. Bazı yıldız isimlerin çıkması da bir faktör muhtemelen. Yıldızların siyasetinde, 2017’deki rejim değişikliğinin payı oldu. Herkes bir kez daha ‘kurtarıcı’ aramaya başladı. Bunların tümü etkili olabilir, tek bir değişken yok. Ancak yerelin güçlenmesindeki bir önemli değişken de, hiç kuşkusuz yerel sorunların yerel halk tarafından giderek daha fazla sahiplenilmeye başlanması. ‘Çağa uygun’ olan kısmı bu. Karadeniz’in bir köyünde, bir Ege sahilinde ve bambaşka bir gerekçeyle de olsa, örneğin, son olarak Hakkari’de. Seçmen, yurttaş, halk, ne derseniz deyin… insanlar ‘cumhur’ olduğu bilinciyle hareket ediyor, kendi yaşamına, çoluk çocuğunun geleceğine sahip çıkıyor. Kurulu düzen ise ne biliyorsa öyle davranıyor tabii. Yasaklıyor, müdahale ediyor, gözaltına alıyor… Anayasal hak filan fıstık, hak getire.

İstanbul’da, ‘dünya mirası’ adalarda son yaşananlar pek çok bakımdan öğretici. Bizler ve yönetenler bakımından.

Adalar, İstanbul’da halkın ulaşabileceği az sayıda soluk borusundan biri. Kültürüyle, mimarisiyle, doğasıyla mücevher nevi bir toprak parçası. Yaz aylarında kaldıramayacağı bir yükün altına giriyor. Özellikle Büyükada’daki kalabalık akıl almaz boyutta. Bir cumartesi ya da ya da pazar akşamı ada yollarında yürürseniz, tonlarca plastik çöpün ormanlık alana bırakıldığına tanık olursunuz. Yangın riski, başka fasıl. Faytonlar, hayvanlara eziyetten şikâyet, elektrikli araçların getirilmesi vs… Küçük ve ‘yasal’ elektrikli toplu taşıma araçları bir işe yaradı gibi. Fakat aynı süreçte ‘özel’ akülü minik araçlarla taşıma da peydah oldu. Ayrıca eskiden sıkı koşullara bağlanan bu araçları, artık çoluk çocuk kullanıyor. Üzerine, bisiklet kiralama. Halihazırda ada yollarında yürümek epey zahmetli hale gelmiş durumda. Esnaf para kazanıyor mu, kazanıyor!

Son tartışmaya neden olan ‘minibüs’ konusunda bölük pörçük bilgi alabildim. Belli ki adalılarla idare arasında iletişim sorunları yaşanmış ve sonunda belediye emrivaki yaparak o ‘azmanbüsleri’ adaya nakletmiş. Hakikaten çok büyük, sevimsiz ve yaya trafiğini neredeyse imkânsız hale getiren araçlar. Oysa, zorunlu haller-istisnalar dışında herkesin çoğu yere yürüdüğü, yürüyebildiği bir yerden söz ediyoruz.

Yönetimlerin, turizm olsun diye gereksiz işler yapabildiği malum. Bazı yerler görülmese de olur, bazı yerler ulaşılmaz olduğu için değerlidir ve ancak herkes ulaşamadığında varlığını sürdürür. Öyle bir doğa parçasının ve kültürel hazinenin korunması, zarar görmemesi, bir yurttaş olarak benim keyfimden çok daha önemli. Ben, her yere kolaylıkla ulaşmasam, her yerde tavuk kanat pişirmesem, her yerde ağaçlara ismimi kazımasam ve her yere plastik çöpümü bırakmasam da olur; şu güzelim mirası korumak benim popomum rahatından önemli. İdarelerin turizm gelirlerini artırmak ve ‘göze girmek’ için yaptığı böylesi işler, halkçılık değil, hafif tabirle zevzeklik olarak adlandırılabilir.

Yeri gelmişken, şarkılara konu olan ada sahillilerinin de artık sermayenin hizmetine sunulduğunu, denize girilebilecek kıyı parçalarının paralı hale geldiğini, gürültülü müzikli ‘biiiç’lerin sahillere yerleştiğini eklemek gerekiyor. Öyle ya, ‘birilerinin gürültülü müzik dinleme özgürlüğü’ var! Bu arada, anayasaya göre kıyılar halkın, kamunun, falan filan…

Yerel yönetimler giderek daha önemli hale gelecek, yurttaşın katılım talebi artacak, eski alışkanlıklarla yönetmek eskisi kadar kolay olmayacak… Dünya çapında faşizme çanak tutan gelişmeler yanında, doğrudan demokrasiye göz kırpan bir altüst oluş da yaşıyoruz. Adalarda yaşanan minibüs sorunu, önemsiz ve moral bozucu görünmekle birlikte, yurttaş-yönetim ilişkisine dair umut verici bir gelişme. Her karşı çıkış ve her katılım talebi gibi. Ada ahalisinin protestosu esnasında, İETT’de görev yapan ve belli ki mühim şahsiyet olan bir daire başkanının, sinirlendiği biri için zabıtaya “Aldır onu” diyerek zırvalaması, kurulu düzenin olağan refleksi. İşte, eskide kalan, kalacak olan, bu zavallıca tutum. Yeni olan ise, yurttaş taleplerini göz önünde bulundurup sorun her neyse, birlikte çözmek.

Belediyenin aklı başında yetkililerinin bu medeni yolu tercih edeceğini tahmin ediyor, umuyorum. İBB’nin, seçim döneminde ‘âşık’ olduğu ahaliyi, seçim sonrasında yaşanan ilk sorunda ‘aldırmayı’ tercih edeceğini sanmıyorum. Herhalde, içinde yaşadıkları devrin gereklerinin de, bu ülkede ahalinin hangi üslup ve muameleden bıktığının da farkındadırlar. Olduklarını düşünüyorum.

Herkese,  özellikle KHK’lilere iyi bayramlar dilerim.

 

 https://www.diken.com.tr

Murat SEVİNÇ | Tüm Yazıları
Hits: 54857