"Şu 500 bin meselesi..!"

~ 29.06.2011, Nihat BEHRAM ~
Uzaktan beni görünce, borcunu ödemeye gelen birini görmüş gibi sevindiğini hissettim. Oturmam için yanına boş sandalye çekti. Selamlaşma, el sıkışma süresine zor dayandı. İğneleyici bir sesle ve ‘Gördün mü dediğim çıktı!’ anlamı yükleyerek “Ne oldu?” diye sordu. “Anlamadım, ne ne oldu” diye yanıtladım. Bu kez sesindeki iğneleri yüzündeki gülümsemeye toplayıp “Şu 500 bin meselesi..!” dedi. Yine, “Anlamadım, sana 500 bin borcum vardı da ödemeyi mi unuttum yoksa?” dedim. “Canım anlamazlıktan gelme!” diye üsteleyip, “Hani TKP 500 bin oy alacağız diyordu ya, onu soruyorum!” diye ekledi. “TKP’nin boyun eğmeyen 500 bin kişi aradığını biliyorum da ‘500 bin oy alacağız’ dediğini ben duymadım!” dedim. İğneli sesi alaya bulaşık bir ton aldı: “Öyle ya da böyle, sonuç ne oldu?” diye zırıldandı. Ben de, “Sonuç seni sevindirmiş olmalı!” diye hırıldandım!
Bana soracağı soruların yanıtlarını da kafasında kendine göre hazırladığı için, konuşmanın böyle başlaması karşısında biraz dağıldı. Toparlanmak için kahvesinden bir iki yudum alıp, “Yok yok, onu demek istemedim, tam tersi TKP’nin bu kadar düşük oy almasına üzüldüm!” diyip aynı çorak sesle, “500 bin alamayacağını tahmin ediyordum ama, bu kadar az alacağını beklemiyordum!” diye ekledi. “İyi işte, daha çok sevinmişsindir!” dedim. Sesinde üzüntünün uğultusu olsa böyle konuşmayacaktım, ama ‘haklı çıkmış’lığın sevinci vardı. Üzüntü halinin sahisinde sevinç maya tutmaz. Eğer tutuyorsa, kötücül bir şey, mikroplanma, paslanma, güvelenme var demektir.
Öyle ya, insan üzüntüyle sonuçlanmış bir durumda haklı çıkmış olmaktan sevinç duymaz. Tam tersi, ‘Korktuğum başıma geldi!’ diye daha derinden kederlenir. Şimdi siz çocuğunuza ‘Yavrum başına kask takmadan bisiklete binme, düşüp kafanı kıracaksın!’ diyorsunuz, çocuk düşüp kafasını kırınca, ‘Dediğim çıktı!’ diye sevineceksiniz. ‘Sevinç’in böylesi insanî mi? Üzüntüde sevinç mayalayan bu tür kişiler, demek ki tabut ticaretiyle uğraşsa, müşterisini ‘Hayırlı olsun, güle güle kullanın!’ diye ağırlayacak!
Hırlanmam karşısında, bu kez alttan alıp, “Beni yanlış anladın, oy kullansam ben de belki TKP’ye verirdim! ” dedi. Benimki de aksilik ya, daha önceki bir tartışmamızda ‘CHP ye verilmeyen oy boşa gider’ sözü ile şimdiki sözünün ‘belki’sine takılıp, “Sen TKP’nin seçim bildirilerini okumamışsın!” diye hırlanmayı sürdürdüm. “Okudum, okudum!” diye salladı. “Okumuş olsan, senden oy istemediğini görürdün!” diye yalanını tuzladım.
Sanırırım, TKP’nin önüne koyduğu hedefe ulaşamamasına en çok başka örgüt solcuları ile solcu olduğu söylemiyle ortalıkta dönüp duran ‘boş gezenin boş kalfaları’ sevindi. Neymiş, TKP hedefine ulaşamamış! Buna sevinmenin kötücül ruh hali bir yana, benim bir türlü çözemediğim, o ‘ulaşılmaz’ diye nitelenen ‘hedef’ ten ne anladıkları! TKP boyun eğmeyen 500 bin kişi aramış. Ne var bunda? Tersanelerde, inşaatlarda sömürüye teslim etmek için taşeron olarak emekçi mi aramış? Dinci cemaatlarla fiskoslaşıp ‘sol’adına iktidar kuyruğunu mu yalamış? Sisteme erketelik, medyada yalakalık mı yapmış? Ben şahsen kendi adıma TKP’nin çağrısını ‘Zulüm düzenine karşı mücadelemize sen de omuz ver, barikatımızı bir omuz fazla kıl; aramıza katıl, deniz olma çabamızı bir damla fazlalaştır!’ diye algılayıp, omuz verdim, aralarına katıldım. Ondan daha masum ve haklı bir mücadele çağrısı, bundan daha onurlu bir davranış mı varmış? Kimseden borç istemedik, zulme karşı güç istedik; halka karşı suç işlemedik, zalime hınç besledik; sisteme kulluk dilemedik, öfke biledik; umudumuzdan düşümüzü dışlamadık tam tersi kanat kanat kuşladık. Ne var bunda? ‘500 bin büyük hedef’ miş! Niye büyük olsun. Tam tersi küçük. Kalbinde ‘İktidar emekçinin olacak!’ kıvıcımı taşıyan insanlar için yangınları özlemekten daha doğal ne var? İşte, coğrafyamız bu ateşle ayaklanıp zalime kafa tutanın da tanığı, bahtını sarık gibi duasına sarıp susanın da, sahte klavuza umut bağlayıp halka küsenin de, hıncıyla, sabrıyla, bilinciyle içten içe esenin de...
Halk güçlerinin varlığı ve başarısından mutluluk duymak, zorluklarında ona sızıdaş olmak, aydın olmanın ölçülerinden biridir. Sözgelimi BDP nin belirlediği hedefe ulaşmasına sevineceksin, daha büyük başarı dileyeceksin. Bu sevinç ve dilek, ülkede komünist hareketin varlığı ve güçlenmesini önemseme duygusuyla çelişmez. Tam tersi bütünleşir. Halk güçlerinin önündeki engel birbirleri değil, umudun ellerini sahte demokrasi güçlerine bağlayan kesimlerdir. ‘Aydın’ diye nitelenen kişi, komünist olsun olmasın, ülkesindeki komünist hareketin hayati önemini gören, bilen kişidir. Onun başarısından gurur, zayıflığından kaygı duyar. Bu yapıda olmayan kişiye, kim derse desin, ben aydın demem.
“500 bini aradınız ama 5/1 ini bulamadınız!” diyen, bari ortalıkta ‘solcu’ kimliğiyle gezinmeyen biri olsa! Konu açılınca benden solcu! “Senin solculuğun nerden geliyor?” diye sorduğumda sinirleniyor. Sanki kendisine borcum var da onu ödememişim! Tam da böyle bir sinir anında “Asıl borçlu sensin, sen ve senin gibiler?” diye söylendim. “Niye ki?” dedi. “Niye olacak, solculuk kimliğini karşılıksız kredi kartı gibi kullanıyorsun. Sosyalistlik kimliğine sahip olmanın gereği, uğrundaki mücadeledir, o kimlik o borç ödenmeden taşınmaz! Solcu olduğunu söyleyen herkes devrimci örgütlenme ve mücadele çabalarına borçludur! Hem iddialı biçimde sosyalist olduğunu söyleyeceksin hem sosyalistliğin gereğini yapmayacaksın. Bu yapının, solu geliştirme isteğinden çok ‘sola takozluk’la benzerliği var!” dedim.
Böyle durumlarda bu ‘boş gezenin boş kalfaları’ pişkinliğe vurup ‘Biz eskiden’ diye konuşmaya başlarlar. Hatıraları içinde gezinirken eski camlar bardak, eşkiyalar çevremize dikenli çardak olmuş, onlar için önemi yok! ‘Ben eskiden’ diye başladılarmı, üflemekten mangalda kül bırakmazlar! Baktım susacağı yok, “Geç şimdi bu nostaljiyi, madem şu 500 bin meselesini konuşuyoruz, ben de sana 5 soru soracağım?” dedim. “Emekçiden yana mısın? Zalime hıncın var mı? Sosyalist mücadele güçlensin ister misin?” diye sorduğum üç soruyu “Evet!” diye yanıtladı. “Gücünü sol bir örgüte katmakta mısın? Zalime taş atmakta mısın?” diye sorduğumda ise ekşinip, “Örgütlü olmayınca solcu olunmuyor mu; tespit, tahmin, eleştiri hakkımız olmuyor mu?” diye aklınca atağa kalktı! “Tamam, olunur ama, hiç değilse şu saman çöpünü şurdan alıp şuraya koy da, ondan sonra kendinde 500 ton ağırlığında eleştiri hakkı gör! Bu kadarcığını bile yapmıyorsan, ‘ben bir zamanlar’ diye başlayan cümleler ‘hatıra gevişi’nden öte anlam taşımaz!” dedim. “Ne yapabilirim ki?” diye geçiştirmeye çalıştı.
‘Ki’ ekiyle tembellik fesi taktığı ‘Ne yapabilirim ki?’ sözüne sığınacağına, enerji dolu ‘Ne yapabilirim?’ sorusunu kendine açıkça sorsa, yapabileceği çok şey bulacak. Sözgelimi mücadeleye 5 kuruş katkı verebilir, yayınlara 5 okuma dakikası ayırabilir, 5 kişiye okunması gereken 5 yazı iletebilir, 5 taş atabilir, 5 düş kurabilir...Çok mu zor bunlar? Kafayı 500 bine takan kişi en azından bunları yapan biri olsa, tabiki benim sesimin tonu da daha yufka olacak.
“Son 5 yılda konuşma dışında devrimci mücadele için ne yaptın?” diye sorduğumda, gaz kaçığı sesiyle fıslıyor; “Devrimci mücadeleye 5 gramlık katkısı olmayanın 5 ton lafa hakkı yok!” diye söylendiğimde kaz öfkesiyle tıslıyor; “Senin borcun 500 milyondan fazla, 500 hayatın olsa şu boşluğun altından lafla kalkamazsın; boyun eğmemek emek gerektiren bir iş ve onurlu bir duruştur. Kafanı kaldır ve görmek için bir bak, neler yapabileceğini görürsün! İstersen sana hemen yapabileceğin 500 bin iş söylerim!” dediğimde ise esniyor...
Böyle celallenmelerimi ‘haksız ve zalimane’ bulan arakadaşlarım da var. Ama ne yapayım, sadece karşı cepheden saldıranları hak ettikleri sertlikte toslatmak yeterli değil, oturduğu yerde bol keseden ötenleri de ara sıra foslatmak gerekiyor.

(SolHaber 29.06.2011)

Nihat BEHRAM | Tüm Yazıları
Hits: 2334