Siyasette yapıcı eleştiri, yıkıcı eleştiri ve Bektaşi'nin çözümü üzerine

~ 22.04.2015, Bülent SOYLAN ~

Bilmem dikkat ettiniz mi? 
Bizim siyaset anlayışımızda herkes “demokrat” olmasına çok iddialı biçimde demokrattır(!) da; eleştiriye tahammülü olamamak gibi ufak bir kusuru vardır.
Hatta bu nedenledir ki, birileri bir biçimde karşısındakini eleştiriye niyetlenecek olsa, sırf tedbir olsun diye daha ağzını açarken:
“Aman yanlış anlaşılmasın, izninizle ben ‘yapıcı’ bir eleştiri yapacağım” gibi bir şeyler söyleme ihtiyacını duyar.

Oysa “eleştiri” denen eylem, nereden bakarsanız bakın bir fikir, bir tavır ya da; örneğin bir siyaset biçiminin üzerine yapılan farklı “değerlendirme”dir sadece.
Yani ne bir övgü ne de bir yergidir.

Siz o değerlendirmeye katılırsınız ya da katılmazsınız, eleştiride ileri sürülen görüşler hoşunuza gider ya da gitmez; ama sonuçta sadece bir “alternatif” bakış açısını yansıtır karşı tarafa. 
Dolayısıyla, eleştirinin yapıcısı ya da yıkıcısı olamaz.
Ve de eleştiri her zaman yarar sağlar, doğruya yönelmeye, yöneltmeye hizmet eder.

Aksine; bir görüşün, bir kişinin sürekli övgüye boğulması kadar “olumsuz” bir durum olamaz. 
Çünkü, doğası gereği sürekli övgü altında bırakılmak ve yanlışların görmezden gelinmesi, dile getirilmemesi, hata yapanın ikaz edilmemesi hali; bile bile karşı tarafa yapılmış en büyük kötülüktür.

Siz hiç tehlikeli biçimde araç kullandığını gördüğünüz birine sırf “yapıcı olmak”, eleştiri yapmamak adına “aman ne de güzel araba kullanıyorsun” diyebilir misiniz?
Böyle bir tavır, özünde yapıcılık mı olur yoksa bir kötüye gidişe seyirci kalmak, arabayı devirecek olmasına ses çıkarmamak, hatta hatta yol açmak mı sayılmalıdır?
*
Siyaset aslında düşüncelerin en fazla karşı karşıya gelmesi, yapılan eleştirilerden sonra doğrularla yanlışların birbirinden ayrılarak topluma en doğru olanın sunulması gereken bir alan değil midir?
Siyasetin hiç eleştirilemediği o rejimler; en nefret edilen, topluma en büyük zararları veren yönetimler değil midir?
“Gerçeğin ışığı, fikirlerin çatışmasından doğar” anlamındaki “Barika-i hakikat müsademe-i efkardan doğar” sözünü bizim büyüklerimiz söylememiş midir?

Peki, eleştirisizlik bir baştankara gidiş ise; bu eleştirisizliğin “Sıkı taraftarlıklarda” görüldüğü gibi sevgi ve tartışmasız biattan kaynaklanmasının ya da; diktatörlüklerde olduğu gibi baskı ve korkudan ileri gelmesinin bir önemi var mıdır? 
Sonunda her ikisinde de “doğrular ve yanlışlar tartışılamadığı için” yine aynı toplumsal sorunlar doğmakta değil midir?
*
Tuhaftır; bizdeki siyasette her iki nedenle de “eleştirisizlik “ sinmiştir üzerimize.
Korkulur: 
“Aman eleştirirsek yanlış anlaşılır ve maazallah karşı ekipte olduğumuz düşünülür” denir ve eleştiriden kaçınılır. 
Sevilir:
Sevgiden güzel bir şey olamaz ama bu kez de duyulan sevgiden, iyi niyetten dolayı eleştirmekten kaçınılır. Hatta o sevileni birileri eleştirdiğinde, bunun iyi niyet ve gereklilikten değil, sırf karşıtlık olsun diye yapıldığı vehmine kapılınır.
Böylece, eleştiri olmayan yerde fikirlerin bir doğruluk ve uygunluk testinden geçme, yani doğru ile yanlışın ortaya çıkma, çıkarılma şansı kaybedilmiş olur.
*
Peki, o zaman siyasette samimiyet ve doğruluk arayışında olanlar ne yapmalıdırlar sizce?
Yanlış da olsa her şeye “fevkalade isabetlidir” deyip kuvvetli bir taraftar olarak görülmek mi?
Yoksa bütün bu demokrasi eksikliğine rağmen “iç muhalif” sayılmayı göze alıp açıkça eleştiride bulunmak mı?
Galiba, bizim siyasal partilerimizdeki ala-turkalık ve en büyük sıkıntılardan biri işte bu iki farklı tavrın her ikisinin de bir arada görülmesi:
Kimi zaman gözü kapalı bir sevdadan, kimi zaman takıma ters düşme, “çizik yeme” endişesinden dolayı eleştirisizlik ve eleştirilere tahammülsüzlük.

*
Bu yazının satır aralarında bile çok şeyler aranır mı bilemiyorum.
Ama gelin işi tatlıya bağlayalım; biz yazımızın gerçekten ve sadece bir eleştiri yazısı olarak kaleme aldığımızı bilsek bile, “her ihtimale karşı” yine de bunun “yapıcı” olduğu söylemeye ve bir öneriyle göstermeye çalışalım.

Diyelim ki “eleştiri” her durumda pek kolay göze alınabilecek bir şey değil.
Ama içiniz içinize sığmıyor, söylemeniz de gerekiyor bir biçimde…
Herkesle çok kötü olmadan bir şeyler yapmak lazım…
Ne yapılabilir söyleyebilir misiniz?

Önerim(!) şu; 
Sakın kendi partiniz içinde eleştiride bulunmayın.
Gidin karşı partiye, oradan bu tarafa doğru istediğiniz her şeyi söyleyin; kimse bir şey demez, zaten muhalifsiniz ve eleştirmek de muhalefet etmek ya! 
Bunu yapmanızdan doğal ne var? Üstelik çekip gitmişsiniz ve sizden kurtulmanın sevincini de yaşatıyorsunuz birilerine.

Söylediniz, yanlışları bir bir sıraladınız; peki içiniz rahatladı mı?
Rahatlamış olmalı. 
Çünkü karşı tarafa açık vermemek için mutlaka o sizin söylediklerinize dikkat edilecek, anında değerlendirilecek ve muhtemelen yanlışlardan dönülecektir.
Böylece maksadınıza ulaştınızsa, dönün tekrar eski saflarınıza. 
Bizde karşıdan transferler her zaman makbuldür.
Herkes sizi kucaklayacaktır yeniden.

Farkındaysanız, aynı siyasetten olsa bile eleştirenler hiç sevilmez, ondan uzak durulur  ama karşı siyasetten çıkar gelirseniz kimse sizin önceden ne dediğinizle, o zamana kadar nereye hizmet ettiğinizle ilgilenmez bile.

Bu durum biraz “mekik diplomasisi”ni andırıyor değil mi?
Bana başka bir şeyi daha hatırlattı; bir Bektaşi fıkrasını…
Onu da anlatıp işi şimdilik şakayla bağlayalım.

Baba erenler bir ramazan günü evde  arkadaşıyla içki içerken basılmış, zaptiyeler bunları kaptıkları gibi çıkarmışlar kadının huzuruna.
Kadı, “Bre zındık demiş, sen nasıl olur ki, herkesin oruçlu olduğu bir zamanda sakalından bile utanmadan böyle içki içmeye cür’et edersin?
Bektaşi yutkunmuş; “Aman kadı efendi demiş ben gayrı müslim bir adamım, bizde böyle bir yasak da yoktur orucun farzı da… O zaman neden oruç tutayım, neden utanayım!
Kadı şaşırmış, diyecek bir şey bulamamış, “peki salın bu adamı” demiş. 
Sonra dönmüş süt dökmüş kedi gibi duran öteki kişiye basmış cezayı…
Adamcağız olanlardan şaşkın, başına gelenlerden perişan bakınırken Bektaşi bu sefer dönmüş Kadıya; 
Ey kadı efendi demiş, peki şimdi ben bu mübarek ramazan gününün hatırına hidayete erip Müslüman olsam, şu arkadaşımın cezasını affeder misin?
Kadı iyicene şaşırmış. 
Reddetse günaha gireceğinden endişeli, kabul ederse göz göre göre içkici adamı salacak; ama “bir adamı dine kazandırmanın sevabı her halde daha büyük olmalı” diye düşünmüş ve cezasını affedip onu da salmış.

Mahkemeden çıkınca, kapı önünde adam hiddetle sormuş Bektaşi’ye; yahu baba erenler demi, pes vallahi sende iman falan yok, bir öyle bir böyle söylüyorsun maşallah!…
Bektaşi, “sus” demiş, bak bu gün önce gayrı müslim oldum kendimi kurtardım, sonra müslüman oldum seni kurtardım daha ne istiyorsun?

Ne dersiniz?
Bu kıssadan bir hisse çıkar mı ?
Doğruları söylemek için “bir ara” öte tarafa geçip oradan mı yapmalı eleştirileri yoksa?

 

Bülent SOYLAN | Tüm Yazıları
Hits: 1513