SORU SORMAK !!!

~ 06.06.2011, Av. Muazzez ÇÖRTELEK ~
İki küçük sözcük. Bu iki küçük sözcüğü, belki de “iki zor sözcük”, ya da “iki ciddi sözcük” olarak nitelendirmek gerekir. Küçük bir çocuğun ana babasına “soru sorma” çabalarıyla başlayan süreçte, soruların, ilkokulda, lisede öğretmene, yüksek öğrenimde üniversite hocasına, çalışma yaşamında amire, patrona, bir kuruluşta, bir partide üye ise başkana yöneltilmesindeki zorluğu düşünün. Soru sormak yaşamın esaslı bir parçası gibi durur ya; öyle midir gerçekten? Tam da içimizden geldiği gibi dolu dolu sorabilir miyiz sorularımızı? Ya da böyle sorular sormayı becerebiliyor muyuz, akıl edebiliyor muyuz?
 
Pek sık olmasa da bazen bir konferansta, bir açık oturumda konuşmacıya öyle bir soru sorulur ki, o sunumun tüm çehresi değişir; anlatanla dinleyenler arasında oluşan köprü, her iki tarafa da doğru bilgi akışının ya da yeni doğru soru ve yanıtların ulaşmasını, aktarılmasını, böylece de dinleyenlerin o konu hakkında gerçekten bilgi sahibi olmasını sağlar.
 
Ancak, taraflar arasında bu yönde olumlu bir ilişkinin kurulabilmesi, var olabilmesi için bazı ön koşullar gereklidir. Öncelikle tarafların doğru ve yeterli bilgi birikimine sahip olmaları, içtenliği, dürüstlüğü, belki hepsinden önemlisi konuların özgürce tartışılacağı bir ortamın varlığı ile kuşkusuz soruyu soranın da anlatanın da ön yargıdan uzak özgür bir düşünce yapısı ile donanmış olmaları ve soruların işimize geldiği gibi değil, bir bilgiye ya da bir gerçeğe ulaşmak amacıyla sorulması, ortaya konulması.
 
Bugün çeşitli alanlarda yapılan tartışmaları izlediğimizde; soruyu soranın da, yanıtını verecek olanın da çoktan kendi mevzilerine çekilmiş olduklarını, meseleleri bulundukları yerden kıpırdamadan anlatıp, konuştuklarını gözlemliyoruz. Toplumda giderek artan kutuplaşma eğilimi doğru soruları sormayı engellediği gibi, doğru sorgulama ve araştırma yapmayı da engelleyen ve hatta gereksiz kılan bir süreci dayatmaktadır. Oysa buluşlar da çözümler de, sormakla başlar. Aslında herkesin bildiği bu gerçeği yaşama geçirme konusunda pek de doğru bir çizgide olmadığımızı düşünmekteyim.
 
Şimdi size soru sorma konusunda değişik bir örnek aktaracağım:
 
Agnes Heller, 1929 doğumlu, dünyanın önde gelen Marksist felsefecilerinden biri. Babası Pal Heller İkinci Dünya Savaşı sırasında Yahudilere yardım etmiş, 1944’te Macaristan’dan sınır dışı edilerek Auschwitz toplama kampına gönderilen dörtyüzellibin Macar Yahudisinden biri. Savaş sona ermeden bu kampta ölüyor.
 
Agnes Heller, Yahudi soykırımının eserleri üzerine yaptığı etkiyi “The Left Curve Journal” ‘ın editörü Csaba Polony’ye şöyle anlatıyor: “Beni ilgilendiren her zaman şu soru oldu: Bu nasıl mümkün olabildi? Bunu nasıl kavrayabilirim? İnsanlar nasıl böyle şeyler yapabildiler. Bu yüzden ahlakın ne olduğunu, doğasının ne olduğunu, suç hakkında ne yapabileceğimi, ahlakın ve kötülüğün kaynakları hakkında neyi keşfetmem gerektiğini bulmam gerekiyordu. Bu ilk sorgulamaydı. Diğer sorgulama, toplumsal bir mesele idi: Böyle bir şey nasıl bir dünya yaratabilir? Nasıl bir dünya böyle şeylerin olmasına izin verir? Modernitenin asıl derdi nedir? Kurtuluşu umut edebilir miyiz?”
 
Bu bölümü Agnes Heller’in “Bir Ahlak Kuramı” isimli eserin(*), yazarın kısa yaşam öyküsünü anlatan ilk sayfasından aynen aldım. 
 
Agnes Heller, 18 yaşında Budapeşte Üniversitesinde Fizik ve Kimya öğrenimine başlarken bir felsefe konferansına gidişiyle birlikte yöneliyor felsefeye ve burada tartışılanların, “sorularına” ve “kaygılarına” hitap ettiğini görüyor.
 
Agnes Heller’in bu yapıtı gerçekten çok ufuk açıcı. Tüm sosyal bilimcilerin önemle incelemesi gereken bir eser. Ancak eserin dışında beni düşündüren bir diğer önemli konu, yazarın henüz felsefeye başlamadan önce sorduğu sorular oldu: “Bu nasıl mümkün olabildi? Nasıl kavrayabilirim? İnsanlar böyle şeyleri nasıl yapabilirler? Nasıl, hangi hale gelmiş bir dünya, böyle şeylerin olmasına izin verir? Dünyanın derdi ne?
 
Bu sorular o kadar yalın, açık, o kadar da içten ve doğru sorular ki, insanoğlunun başına gelen, toplumların başına gelen ya da insanoğlunun veya toplumların yarattığı olumsuzluklar, felaketler, istenmeyen, düşlenmeyen olaylar karşısında her zaman öncelikle sorulması gereken sorular. Kuşkusuz bu ve benzeri sorular sorulmadıkça yanıtlarının aranması için üzerinde düşünülmesi, çalışılması, doğru tavırların alınması ve doğru tepkilerin verilmesi de mümkün olamaz.
 
Toplumumuza baktığımızda, bir konuda soru soran, sorgulama yapan, acı çeken veya acı çektiğini düşünen insanlarımızın ortaya attıkları sorular üzerine yaptıkları sorgulamaların sonucunda ulaştıkları görüşlerin, çoğunluk konunun özüne yönelik değil, öfke, hınç ya da neredeyse kişisel tepkilerle örüldüğünü, tamamen karşıt ve ön yargılı bir yaklaşımla donanmış olduklarını görüyoruz.
 
Ülkemizin yakın tarihinde, toplumda derin izler bırakan pek çok acı olay yaşanmıştır. Ancak ne yazık ki, bu sosyal ve siyasal olaylar hakkında söyleyecek sözü olduğunu düşünenlerin ve düşüncelerini bir esere yansıtan, gazetelerdeki köşelerine aktaran, veyahut daha da kısa yoldan televizyon ekranlarından görüş bildirenlerin ya da yöneten iradenin temsilcilerinin, olaylara sadece “ben” noktasından baktıklarını, hatta daha da ileri giderek, içlerinden ne geliyorsa onu söylediklerini izlemekteyiz.
 
Kendilerini düşün dünyasında konumlandıranlar ile kendilerini yöneten iradenin temsilcisi sayanların “çözümleme-tahlil-analiz” adı altındaki hırslı söylemlerinin, “ben” merkezinden sıyrılamadan kendilerinin ve çevrelerinin özel ve kişisel tarihlerini temel alarak getirdikleri yorumlar, bugün için farklı, pırıltılı görüşler gibi gözükseler de, tepkisel olmanın ötesine geçemediğinden geleceğe herhangi bir ışıltı taşımayacaklardır.  Çarpık sorular, çarpık yanıtları ve saptamaları yaratır. Oysa doğru ve gerçek sorular sorulmadan bulunuveren yanıtlar, bir süre için işimize gelse de, kalıcı olamazlar. Ne var ki, toplumumuzda gerçek soruların peşine düşenler, “ödüllendirilmek yerine cezalandırılmaktadırlar”. Öyle çok örneği var ki!
 
Soru sormak ciddi bir iştir, tıpkı yakın akrabası neşelenebilmenin de ciddi bir eylem olması gibi. Ciddiyet ise meşakkatli ve galiba çoktandır unuttuğumuz bir yol. 
 
_______________________________________________
(*) “Bir Ahlak Kuramı”, Agnes Heller, Ayrıntı Yayınları, 2006.
Av. Muazzez ÇÖRTELEK | Tüm Yazıları
Hits: 2849