Gürlüyor... Sindirdiğini Zannediyor

~ 30.05.2011, Tevfik ÇAVDAR ~
Nasıl bir öfkedir? Cumhuriyet’i ve onun kurucularını affetmiyor. Yoldaşı Fethullah Hoca gibi… Gazi’ye “Deccal” demiyor ama, O’nun 1923-1937 yılları arasında Başvekili olan İsmet Paşa’ya tüm kinini kusuyor. Aklı başında, birazcık tarih bilen kabul eder ki Cumhuriyetin ilk yirmi yedi yılına Mustafa Kemal kadar, onun “zimamdarı” İsmet İnönü’de damgasını vurmuştur. Niyetini geride kalan sekiz yıldaki icraatları ortaya koymuştur. Devlet Güvenlik Mahkemelerinin yerine oluşturulan “özel yetkili savcılar” adeta bir “engizisyon” yöneticisi gibi davranmışlardır. Hâlâ varlığı tartışmalı olan “Ergenekon” örgütüne yönelik davada onlarca insan “Silivri” zulümhanesindedir.
“Tele kulak” denilen gizli ve yasadışı dinlemelere şimdi “gizli kamera” kayıtları da eklendi. Böylece “düşünce” açısından tüm yurt bir toplama kampına dönüştürüldü. Şimdi de bu manzara önümüzde iken “Başkanlık” yetkisi için üç yüzü aşkın milletvekilliğine yetecek yüzde 50 ve üstü oy oranına yetişmek derdinde.
Bu noktada İsmet Paşa’nın “tabii senatör” olarak görev yaptığı sırada, Cevdet Sunay’ın biten Cumhurbaşkanlığı süresini uzatmaya yönelik önerge de söylediği sözü anımsıyorum. “Bu yeni sürede ne yapacak bu zat… Şimdiye kadar ne yaptıysa onu sürdürecek”. Bu itiraz üzerine Sunay’ın görev süresi uzatılmaz; Cumhurbaşkanlığına Korutürk seçilir.
AKP lideri ve üst yönetiminin önümüzdeki seçimi kazanmak için her “olanağı” ve de “baskı”yı kullanacağı açıktır. Sevdiğim bir gazete yazarının nitelemesiyle (S.Duman) “seyrek bıyıklı asabi şahsiyet” adım, adım 1930’ların ünlü “Führer”ini anımsatmaya başladı. Kim ne derse desin Kars’taki insanlık heykeline “ucube” sıfatını vermesi ve yıktırması tek başına “Führer”lik örneğidir. O da bir gece de Alman düşüncesinin ve edebiyatının en seçkin örneklerini içeren kitapları meydanlarda yaktırmıştı.
Hitler ve Nazi düzeninin barbarlığı karşısında A. Einstein, kanserin son dönemini geçirmekte olan Freud’a şu soruyu sorar: “İnsanlığı savaşın, savaşın ağırlığından daimi olarak kurtarmanın bir yolu var mı? İnsanları nefret duygusuna karşı daha dirençli olacak şekilde eğitmek mümkün müdür?” Freud bu soruya “Kültürel gelişimin talep ettiği her şey” yanıtını vermişti. Bu nedenle RTE’nin Kars’taki anıtın yıkılmasını istediği an, Türkiye için “sözün bittiği” noktadır.
Bilinir ki atom bombasının ilk yıkımı yangın ve imhadır, fakat asıl tehlike arkadan gelir: “Kara yağmur” . Yani o mantar biçimindeki bulutun yağmur halinde dünyaya dönüşü, içemezsin, dokunamazsın, kaçınılmaz bir kader gibi sonunu beklersin.
Bugünlerde dostlarıma yeniden Hitler’i incelemelerini öğütlüyorum. Gençler bilmez, 1930’lu yılların ikinci yarısı Nazi düzeninin propaganda salvoları altında geçti. Alman filmleri, o tarihte Saray sinemasının yanındaki “Şark” sinemasında oynardı. Marika Rock, Willy Frits, Christina Soderbaum ve niceleri, Türkiye’de Hollywood yıldızları kadar ünlüydüler. Hele, aslen İsveçli Zarah Leander’ın “Lili Marlen” şarkısı ikinci dünya savaşının simge şarkısıydı.
Nazi Almanya’sının dramatik finalini ise Hitler’in emir subaylarının ifadelerinden öğreniyoruz. Sığınakta geçen umutsuz günler, sonra ölüm ve sığınağın kapısı önünde yakılma. Bir toplumda tek adam olma hırsı daima kabusa dönüşen bir rüyadır. Yakın dönemde bu bağlamda çok örnek vardır.
Altını çizerek yineleyelim öfke ve nefret bir konuşma yöntemi olamaz. Hele kutsal bir yerde vaaz vermek için yetiştirilenler için bu yanlıştır. “Yaratandan dolayı yaratılanı seven” biri için öfke açıkça zaaftır. Aziz Nesin Usta sokakta nara atarak nasıl kesip-biçeceğini anlatan kabadayıları “korkularından bağırırlar” diye nitelerdi. Öfke, saldırı, nefret kusan engizisyon sorumlusu gibi korkutan kişiler korkaktır. Bakın en babayiğit görünümlü “Mafya” liderlerine çevreleri korumalarla örülmüştür. Korumalar ne kadar çoksa korku da o ölçüde büyüktür. Bindikleri arabalar da öylesine donanımlıdır ki yolda durup onları seyreden liseli kızları bile ürkütür. Bazen arabadaki koruma cihazları öylesine ağır basar ki, Obama’nın süper tankı gibi basit bir rampayı bile çıkamaz. En kaba ve etkin siyasi başarı halka kendisiyle eşit olduğunu hissettiren kampanya ile elde edilir. Meydanlarda sergilenen gittikçe dozunu arttıran öfkeli söylevler, seçime de ürkerek bakmamıza neden oluyor.
Meydanlarda elde bayrak, liderleri alkışlayan kalabalıkların hiçbir anlamı yoktur. Bir anımı yansıtmak istiyorum. 14 Mayıs 1950 seçiminden önce son propaganda günü CHP’nin Taksim’de Millet Partisi ile DP’nin Fatih camisinin medrese alanında toplantıları vardı. Ben Fatih’te idim beş bin kişiyi bulmayan bir halk kitlesi konuşmaları dikkatle dinliyordu. Bu alana giderken Unkapanı köprüsünden Taksim’e giden kamyonlar dolusu CHP’lileri izledik. Taksim meydanı tıka basa doluydu. Vali Fahrettin Kerim, İnönü heykelinin dikileceği sütunun (sonradan kaldırıldı) önünde ki kürsüde, alandaki kalabalığı göstererek, tarihe mal olmuş “İşte İstanbul Paşam” nitelemesini övünçle söylemişti. Sonuç ise biliniyor… Unutmayın kalabalıklar her zaman doğru yoruma neden olmaz. AKP seçim meydanında “Hayaldi, gerçek oldu” sloganını kullanıyor. Bilinir ki zaman bir çok hayali gerçekleştirir. Jules Verne “Ay’a Seyahatı”, “Denizaltı Gezisini” neredeyse yüzyıl önce yazmıştı. Önemli olan gerçeklerin hayal olup uçup gitmesidir. Yargı denetiminde yapılan seçim güvencesi gibi.

(SolHaber 30.05.2011)

Tevfik ÇAVDAR | Tüm Yazıları
Hits: 1587