Demokrat Parti de iptal etmişti

~ 04.09.2014, Yeni Yaklaşımlar ~
Adli Yıl Açılış Töreni tartışmaları sürerken Avukat Özgür Urfa törenlerin tarihini yazdı. Törenler daha önce de Demokrat Parti döneminde 4 yıl boyunca gereksiz görülerek yapılmamıştı.
 

Demokrat Parti de iptal etmişti

 

 

 

Adli Yıl Açılış Töreni'ne Cumhurbaşkanı ve hükümet üyelerinin katılmaması ve hükümetin bu törenlerle ilgili yeni düzenleme yapacak olmasının tartışmaları sürüyor. Adalet Bakanı Bekir Bozdağ bundan sonra Adli Yıl Açılış Töreni'nin yapılmayabileceğini söyleyerek "Yargıtay Başkanlar Kurulu, Türkiye'nin Cumhurbaşkanı yerine Barolar Birliğinin Başkanını tercih etmiştir. Bu büyük bir saygısızlıktır. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk defa olan bir hadisedir. Fevkalade büyük saygısızlık yapılmıştır" ifadelerini kullandı. 1943 yılında başlayan ve bu güne dek süren törenler ilk kez Demokrat Parti döneminde 1956 yılında gereksiz görülerek 4 yıl boyunca yapılmadı. Bugün yine aynı tartışmalar sürerken Adalet için Hukukçular'dan Avukat Özgür Urfa, Adli Yıl Açılış Törenlerini www.adaletvesosyalizm.com sitesine yazdı. 

Avukat Özgür Urfa'nın yazısı şöyle:

"Tayyip Erdoğan’ın, Türkiye Barolar Birliği (TBB) Başkanı Metin Feyzioğlu’nun adli yıl açılış törenine katılması halinde kendisinin katılmayacağına dair açıklaması, sonrasında Yargıtay Başkanlar Kurulu’nun TBB Başkanı’nın törende konuşma yapmasına ilişkin kararı ve son olarak Tayyip Erdoğan, Adalet Bakanı ve diğer bakanların törene katılmama kararları ile bu yılki adli yıl açılış töreni içeriğinden çok Tayyip Erdoğan’ın katılımına indirgenmiş durumda.

Adli yıl açılış törenleri ülkemizde 1943 yılında başlayan ve süren bir gelenek. 1955 yılına kadar Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Konferans salonunda yapılan törenler, 1955 yılında ilk kez Yargıtay binasında yapılmış. Adalet Bakanlığı 1956 yılında bu törenleri gereksiz görerek, gerekçesiz olarak 4 yıl boyunca yapmamıştır. Bu dönemin bir diğer özelliği ise Adnan Menderes’in başbakanlığının son dönemine denk geliyor olması. 1960 yılında yeniden yapılmaya başlanan törenlerdeki konuşmaların içeriği; güçler ayrılığı, hakim ve savcıların tarafsızlığı, iş yükü ağırlığı gibi günümüzde de halen geçerli olan genel sorunlar üzerine kurulu ve konuşmalar 3-4 sayfalık kısa metinlerden oluşuyor. Konuşmalarda dikkat çeken asıl nokta ise; konuşma içeriklerinin ülke gerçekliği ve gündemleriyle neredeyse hiçbir bağı olmayan bir nitelikte  olmaları.  

Bu noktada verilecek örnekler konuyu özetlemeye yeterli gibi görünüyor. Birincisi; 1960 yılının Eylül ayında, yani 27 Mayıs’tan yaklaşık 4 ay sonraki törende, yapılan konuşmada her dönem geçerli olacak konulara değinilmekteyken, ülke gündemleri ve yaşananlara dair tek kelime edilmemektedir. Yargıtay Onursal 1. Başkanı olan Ahmet Recai Seçkin konuşmasında şu hikayeyi anlatıyor: “İstanbul'u aldıktan sonra Fatih Sultan Mehmet, bir Bizanslı mimarla bir yapı yaptırmak üzere anlaşma yapar ve talimatları verir. Binayı gezdiği sırada talimata aykırı davranmayı öğrenen padişah, öfkeye kapılıp mimarın kollarını kestirir. Mimar hemen İstanbul Kadısı'na gider ve padişaha karşı dava açar. Kadı padişahı mahkemeye çağırır. Fatih, hâkimin karşısına çıkınca ayrı bir yere oturmak ister. Hâkim ona  duruşma için geldiğini bu sebeple ancak davacının yanında durması gerektiğini  söyler. Padişah bu sözü dinler. Duruşma sonunda padişahın haksız olduğu sonucuna varan kadı, Fatih'in de iki elinin kesilmesine karar verir. Bu kararın adalete uygunluğundan memnun kalan davacı, el kesme yerine kendisine para ödenmesini ister ve bu istek üzere işlem yapılır”. Hakimlerin gücün karşısında eğilmemesi gerektiğine örnek olarak gerçek dışı bir hikaye anlatımıyla padişahlık güzellemesi yapılmış, ancak ülkede yaşanan Menderes döneminin baskı ve şiddet uygulamaları gerçeklerine ilişkin tek kelime bile edilmemiştir.

İkinci olarak 1971 yılında 12 Mart Muhtırası’nın 5 ay sonrasında yapılan açılış törenine baktığımızda; Yargıtay Onursal 1. Başkanı Ferruh Adalı’nın  “…Bazı kurum ve kuruluşlarca ve bir kısım yurttaşlarca özgürlük anlamı ile içtimai disiplin anlam ve lüzumu birbirine karıştırılmış, her hak ve özgürlüğün karşısında bir takım görev ve ödevlerimizin de mevcut olduğu ve devletin bütünlüğü ve milletin bölünmezliği ve genel sorumluluk duygusu ile sınırlı olacağı gerçeği birçok hallerde göz önünde tutulmamış ve kamu efkârı üzerinde etkili organlardan bir kısmı bu hal ve olayları eleştirmeye tabi tutarak uyarıcı görevini gereği gibi yerine getirememiştir. Belirtilmesi gereken husus da bütün bu davranışların çoğunda Anayasa hükümleri dayanak olarak gösterilmiştir’’ şeklindeki  sözleriyle 1961 Anayasası’nda tanınan hak ve özgürlüklerin kullanımına ilişkin eleştirilere yer vermesi ve fakat  12 Mart cuntasıyla hukukun askıya alınıp hak ve özgürlüklerin yok sayılmasına ilişkin hiçbir söz söylememesi dikkat çekicidir.

Üçüncü örnek ise;  12 Eylül 1980 askeri darbesinden muhtemelen birkaç gün öncesindeki açılış töreninde Yargıtay Onursal 1. Başkanı olan Mustafa Sabri Livanelioğlu’nun adli yıl açılış konuşmasının başında sarf ettiği “Acı ve tatlı anılarla dolu bir yılı daha geride bıraktık. Türk Milleti adına yargı yetkisini kullanan bağımsız mahkemeler bugün büyük bir coşku ve yurt gerçeklerinin bilinci içinde çalışmaya başladılar” sözleridir. Zira bu sözlerin ülkedeki herkesin çok yakında askeri cuntanın gerçekleşeceğini bildiği günlerde sarf edilmiş olması insan aklıyla dalga geçer niteliktedir. Bir hafta sonrasında tankların yürütülmesiyle kapatılacak olan mahkemelerin ‘büyük bir coşku ve yurt gerçeklerinin bilinci içinde çalışmaya başlamış’ olmaları yargının ‘gerçekliğini ortaya koymaktadır. 

12 Eylül sonrasında 1981 yılında yapılan konuşmanın girişinde Yargıtay Onursal 1. Başkanı Mehmet Derviş Turan; “‘Anayasamızın 3. maddesinde ‘"Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür’ denilmektedir. Son yıllarda girişilen eylemlerle bu bütünlük ortadan kaldırılmak istenmiş ve devlet tehlikeye düşürülmüştür. Gerçekten, Harekât’tan önceki adalet yılında anarşi doruğa çıkmış, bölücülük yaygınlaşmış, demokratik sistemin temel müessesesi olan parlamento görevini yapamaz hale gelmiş, can ve mal güvenliği ortadan kalkmış ve ülkemiz iç savaş eşiğine getirilmiştir” sözleriyle 12 Eylül Darbesi’ni en içten duygularıyla selamlamakta beis duymamıştır. Kaldı ki gözaltına alınan yüz binlerce kişinin, katledilen ilerici insanların kanını bir hukukçu olarak cüppesinin üzerine bulaştırmıştır. 

Son yıllarda, özellikle de AKP dönemi adli yıl açılış konuşma metinlerine bakıldığında ise; 3-4 sayfalık kısa ve genel geçer sorun tariflerini içeren metinlerin yerini, 30 sayfadan kısa olmayan, yargının ve ülkenin hukukla bağlantılı çokça sorununa detaylıca değinen metinlerin yer alması göze çarpıyor. Geçmiş dönem tören konuşmaları her ne kadar kısa olsalar da konuşmaların içeriği ön plandayken, son zamanlarda daha detaylı konuşmalar yapılıyor olmasına rağmen ön plana çıkartılan neyin söylenip söylenmediği değil, törenlere kimin katılıp katılmayacağı konusu olmaya başladı.    

Geçtiğimiz aylarda Danıştay’ın kuruluş yıldönümü etkinlikleri sırasında TBB Başkanı’nın savunmanın ve yargının sorunlarını sıraladığı konuşmasına Başbakan Tayyip Erdoğan’ın tahammül edemeyip saldırgan tavırlarıyla konuşmayı bölerek salonu terk etmesi sıcaklığını korurken, 2014 yılı adli yıl açılış törenine Tayyip Erdoğan’ın katılıp katılmayacağı tartışmaları gündemin baş sıralarına oturdu. 

Adli yıl açılış töreni tartışmalarının içerik yerine katılıma endekslenmiş olarak sürüyor olması ülkemizdeki ‘adalet’ anlayışının bir yansıması olarak kabul edilmeli. Gösterişli ve devasa binalara sıkıştırılan ‘adalet’ dağıtımı, saraylardan dışarıya yansıtılan bir illüzyon olarak ortada durmakta. Bu illüzyonun karşısında her yıl iş cinayetlerinde ölen binlerce işçi, kadın cinayetlerinde hayatını kaybeden yüzlerce kadın, başta Gezi Parkı eylemleri olmak üzere hak arama mücadelesinde polis şiddeti sonucu yitirdiğimiz gençlerimiz, yıkılan parklarımız, imam hatiplere dönüştürülen okullarımız toplumun adalet arayışındaki gerçek sorunlarıdır.

Yeni adli yılda hukukçulara düşen görev, toplumun adalet arayışındaki yukarıda sıralanan gerçek ve somut taleplerinin üzerlerinin illüzyonlarla örtülmesine karşı bu taleplerin daha yüksek sesle dillendirilerek eşitlik, özgürlük ve adalet mücadelesinin güçlendirilmesi olmalıdır."

 

ilerihaber

Hits: 1238