Erdoğan'ın şikayeti

~ 07.08.2014, Soner Yalçın ~

Avukat Salim Topbaş geldi; evden aldı beni.
Küçükçekmece Adliyesi’ne gidiyoruz.
Başbakan Erdoğan iki yazım nedeniyle benden davacı olmuştu:
Biri, “Ben o kaseti seyrettim” (25.3.2014) makalesiydi.
Diğeri, “Erdoğan bu şehre giremiyor” (13.07.2014) adlı pazar yazımdı.
Savcı Bey’e çıktık ifademizi verdik…
Ben aslında davalarımla ilgili pek yazmam; örneğin, “milletin a… koyacağız” diyen Mehmet Cengiz ısrarla tekzip yayınlatmak istedi ama mahkeme her ikisini de reddetti. Aslında tekzip talebi güzel bir yazı konusu olabilirdi ama dediğim gibi bu konulara pek girmiyorum.
Erdoğan’ın şikayetini de yazmayacaktım. Ama…
Şikayet nedenlerinden biri, Erdoğan’a “Yalancı Uzun Adam” dediğim iddiasıydı!
Bir başbakana “yalancı” demek suç mudur? Sanırım Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararları ülkemizde pek bilinmiyor!
Fakat meselenin özü bunlar da değildi.
Gelirken yolda Montesquieu’yu düşündüm.
Montesquieu (1699-1755) adını bilirsiniz…
Kuvvetler ayrımı esasını; yani yasama, yürütme ve yargı’nın birbirinden ayrılmasının önemini ortaya atan siyaset bilimcisidir. Düşünce tarihinde “siyaset sosyolojisinin” kurucularından kabul edilir.
Bugün Türkiye’de sıkça telaffuz ettiğimiz “despotik devlet” kavramının yaratıcısı değilse de, kavramın somut bilgilerle geliştirilmesinde ve yayılmasında en etkili düşünür oldu.
Tüm çalışmalarında siyasal rejimler ve iktidar sorunları üzerine yoğunlaşan ve üzerinde 20 yıl çalıştığı “Kanunların Ruhu” eserinin yazarı Montesquieu, despotik hükümeti şöyle tanımladı:
Bir kişinin; kanunsuz, kaidesiz sadece iradesiyle- kaprisine tabi olarak toplumu sindirerek yönettiği hükümet şeklidir.
Düşünürün ifadesiyle:
Cumhuriyet “erdem” ilkesine,
Monarşiler “şeref” ilkesine,
Despotik devletler ise “korku” ilkesine dayanmaktadır.
Despotun keyfini frenleyecek tek olgu din’di.
Ancak ne var ki; bu hükümetlerde bizzat din de, “korkuya ilave edilmiş bir korkudur.”
Cumhuriyet’te olduğu gibi, despotik devlette de herkes eşittir.
Ancak ne var ki; Cumhuriyet’te insanlar “her şey oldukları” için eşittir; despotik hükümette ise “hiçbir şey” olmadıkları” için eşittir!
18’inci yüzyıldan 21’inci yüzyıla…
Evet…
Başbakan’a değil despotik lidere “yalancı” diyemezsiniz!
Fark budur!

200 yıl önce

Immanuel Kant (1724-1804) Alman filozofudur. Eleştirel felsefenin babası olarak kabul edilir.
Kant, insanın duygular aracılığıyla tecrübe ettiği dünya ile duygularla hakkında bilgi sahibi olmayacak dünya arasında; yani duygu ile gerçeklik arasındaki ayrıma dikkat çekti.
“Basit Aklın Sınırları İçinde Din” (1793) başlıklı kitabının sunuşunda, “ahlakın pratik akıl sayesinde kendi kendine yettiğini ve hiçbir şekilde dine ihtiyacı
olmadığını” yazdı.
Ve…
Kant’ın “din’i akılla sınırlandırılması” Alman İmparatoru II. Friedrich Wilhelm’in tepkisini çekti.
Ne yaptı dersiniz; şikayetçi mi oldu; dava açıp cezaevine gönderilmesini mi sağladı? Hayır. Oturup Kant’a mektup yazdı. Hristiyanlığın ve kutsal yazıların temel öğretisinin çarpıtılmasından ve aşağılanmasından ne kadar üzüldüğünü belirtti!
İmparatorun bu kibarlığı karşısında Kant, yanıt mektubunda, “Yanlış anlaşıldım. Hristiyanlığa karşı büyük saygım vardır ve bunu çeşitli şekillerle ifade ettim” diye yazdı.
Biri filozof…
Diğeri İmparator…
Dönem, 18. yüzyıl…
200 yıl sonra bir Başbakan’ın bıkmadan-usanmadan gazetecileri cezaevine göndermek için ne çaba sarf ettiğine tanıklık ediyoruz.
Düşünün ki:
Mustafa Kemal yaşamı boyunca sadece bir tek gazeteciye dava açılmasını istedi; Türk Ordusu’nun komutanlarına “hırsız” diyen Mevlanzade Rıfat’a. Neyse, Erdoğan ile Mustafa Kemal’in karşılaştırılmasına okuyucular haklı olarak tepki gösteriyor! Geçelim.
Ve eklemeliyim:
Kant, imparator II. Friedrich Wilhelm’in üzülmesine rağmen doğru bildiği yolda yürüyüşünü hep sürdürdü; hep yazdı. Ama yine de…
Ne mahkemelerde yargılandı ne de işsiz bırakıldı!
Fark budur!..

Zarf içinde para

Gazetecilikte 28. yılım.
Kimi siyasetçiler, haklarında yazdığım haberlerden dolayı dava açtılar; yargılandım. Hiç unutmam, ANAP iktidarı döneminde 55 ANAP milletvekili ayrı ayrı dava açtı. 55 kez adliyeye gidip ifade verdim. Milletvekili olmadan önce ve sonraki mal varlıklarını karşılaştırmıştım!
DYP-SHP koalisyon hükümeti döneminde de beş DYP’li Bakan dava açtı. “Yeniköy Yalı Çetesi” demiştim. Ne günlerdi!..
Bugün bu köşe yazısı biraz “tuhaf” oldu; hadi bir de ilginç bir olay anlatayım:
Türkiye’de yaşanan faili meçhuller ile ilgili AİHM tanıklık yapmamı istedi.
Duruşmaya gittim, peruklu hakimlerin karşısına çıktım;
sordular yanıtladım, sordular yanıtladım. Sonra…
“Tamam” dediler, “çıkabilirsiniz.” Duruşma salonundan çıktım, bir görevli yanıma yaklaşıp zarf uzattı. Baktım içinde para var! Sertçe “nedir bu” dedim. AİHM, tanıklarına yol ve yemek parası veriyormuş!
Demem o ki…
Şikayetler, davalar konusunda tecrübeliyim. Korku’ya teslim olmam. Zorbalığa boyun eğmem. Düşün insanı için en büyük eksiklik direnme gücünden yoksun olmasıdır. Ben buna inanırım…
Fakat mesele ben değilim…
Türkiye’de hukukun üstünlüğü kavramı demokrasiyle bağını kopardı.
Adaletsizlik gizli bir ilke oldu.
İtibariyle güvensiz bir hayat yaşanıyor ülkemizde.
Başbakan Erdoğan ya da kim olursa olsun hakkını mahkemelerde aramalıdır. Haklarıdır. Ancak…
O mahkemeler kimin gölgesindedir, acı soru budur. Acı olması artık bunu sıklıkla telaffuz etmemizdir. Dün ANAP milletvekilleri ya da DYP’li Bakanlar karşısında savunma yaparken bunu hiç aklıma getirmiyordum.
Şimdi öyle değil. O halde…
Hukuku korku nesnesi olmaktan çıkarmalıyız.
Bilinir ki:
Adalet olmadan demokrasi ve itibariyle özgürlük olmaz.

Soner Yalçın | Tüm Yazıları
Hits: 1100