Monşerler, ekmeğin fiyatı, muhafazakârlık

~ 24.07.2014, Fatih YAŞLI ~

On dokuzuncu yüzyılda Osmanlı aydını ve bürokratı “devlet nasıl kurtarılır” sorusuna, “Batı gibi olmak” yanıtını verdi.

“Batı gibi olmak”tan anladıkları ise bir anayasaya ve parlamentoya sahip olmaktı aslında; yani padişahın “mutlak” otoritesinin karşısına “meşruti” bir yönetim anlayışını koymak esas hedefleriydi.

Tanzimat Fermanı'yla birlikte, artık “gâvura gâvur denmeyecek”, böylece anayasa önünde eşit yurttaşlar haline gelen farklı etnik grupların, milliyetçilik akımlarının etkisine kapılıp İmparatorluk’tan ayrılmaları engellenebilecekti.

Daha sonraları eleştirmeye başlandığında, bu dönemin Batıcılık anlayışının yüzeysel ve taklitçi bir nitelik taşıdığı iddia edildi ve dönemin aydınları “Tanzimat aydını” şeklinde anılarak karikatürleştirildi.

Her ne kadar ilerleyen safhalarda sürece damgasını Alman etkisi vuracak olsa da, ilk başta Osmanlı aydını ve bürokrasisi için model ülke Fransa’ydı.

Dolayısıyla Fransızca bilmek ya da konuşmaların arasına bir iki Fransızca sözcük yerleştirmek, salonların aranan isimlerinden biri olmak için önemli ve gerekliydi.

“Mon cher” olarak yazılan ve “monşer” şeklinde dilimize yerleşen hitap da bunlardan biriydi ve “azizim” anlamında kullanılır hale geldi.

Gündelik hayatta kimse birbirine böyle seslenmedi ama Türkiye muhafazakârlığının dilinde monşer, Batıcı bürokratları -özellikle Dışişleri’nde görev yapanları- iğnelemek ve onların Batı hayranlığıyla dalga geçmek için kullanıldı.

Türkiye’nin dış politikası “stratejik derinlik”le belirlenir hale geldiğindeyse sözcük artık “eski Türkiye”nin dış politika yapıcılarını anlatır hale gelmişti.

Buna göre Dışişleri Bakanlığı’nın “elitist monşerleri”nin yerini “Anadolu çocukları” almış ve ülkeye Türk-İslam medeniyeti eksenli, aktif ve emperyal bir istikamet çizmeye başlamışlardı.

Sözcüğün daha da popülerleşmesiyse Ekmeleddin İhsanoğlu’nun cumhurbaşkanlığı adaylığıyla söz konusu oldu.

Ekmel Bey Yozgatlı, mütedeyyin bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmesine, siyasal İslam’ı bir dünya görüşü olarak benimsemesine ve bunun üzerine bir hayat inşa etmesine rağmen –üstelik AKP’nin isteğiyle İslam Konferansı Örgütü’nde Genel Sekreterlik makamında bulunmuşken- yine AKP’liler tarafından “monşer”likle suçlandı.

Gazete demeye dilimin varmadığı Akit’in bir muhabiri ise Ekmel Bey’in “monşer”liğini ispatlamak adına kalktı ve eskiden Televole tarzı programlarda mankenlere sorulan “ekmek kaç lira” sorusunu kendisine yöneltiverdi.

Muhabirin planına göre Ekmel Bey cevabı bilemeyecek ve böylelikle ne kadar halktan kopuk/elitist bir monşer olduğu dünya âleme ispatlanmış olacaktı.

Ekmel Bey muhabiri zarif bir şekilde ve sözcükler aracılığıyla tokatladı ama yine de “muhafazakâr popülizm” adlı berbat piyesten hâlâ birilerinin ekmek yemeye devam ettiği görüldü.

Aynı muhabirin iktidarın herhangi bir mensubuna ekmeğin fiyatını soramayacağı gerçeği bir yana, mesele ekmeğin kaç lira olduğunu bilip bilmemek değildi aslında.

Esas mesele ekmeğin, etin, sütün neden böylesine pahalı, halkın alım gücünün neden böylesine düşük ve bunların hepsinin sorumlusunun kim olduğuydu.

Oysa ucuz popülizm “monşer”in karşısına “milletin adamı”nı çıkarıyor ve asıl meselenin yani “sömürü”nün üzerini “muhafazakârlık” adlı örtüyle örtmeyi tercih ediyordu.

Emrinde yüzlerce işçi çalıştıran MÜSİAD üyesinin camiye gittiği için “millet”ten sayıldığı, ay sonunu getiremeyen cumhuriyetçi öğretmene ise “elit” damgasının vurulduğu “yeni Türkiye”de bu örtünün saltanatı sürüyordu çünkü.

Bir ikiyüzlülük abidesinin saltanatı…

Fatih YAŞLI | Tüm Yazıları
Hits: 1495