İMAMLI-HATİPLİ LAİK EĞİTİM

~ 03.05.2011, Av. Ali Musa SARIÇİMEN ~
Darvin’in adını duyduğunda tüyleri diken diken olan, öcü/şeytan görmüş gibi saklanacak delik arayan insanlar, bilimden, çağdaşlıktan, bireyden ve özgürlüklerden söz edemezler.
 
Darvin kimdir, kim değildir bu çok önemli değil. Önemli olan onun ne söylediğidir. Kutsal kitapların yaşama dair ne söylediğini zaten çok iyi biliyorsunuz… İşte Darvin, kutsal kitapların söylediğinin aksine özetle insanın ve bir bütün olarak tüm canlıların bakterilerden, mikroptan türediğini ve evrimleşerek bugüne geldiğini söyler. İşin detayına girmeden Darvin’in ne söylediğini daha net biçimde söyleyip tekrarlayalım… Canlıların, Türlerin kökeni bakterilerdir diyor…
 
Peki Darvin ve Darvin’in söyledikleri niçin bu kadar önemlidir, niçin bizi ilgilendiriyor veya ilgilendirmesi gerekiyor?
 
Aslına bakarsanız, bugüne kadar yaptığımız gibi, bu söylenenlere deli saçması diyebilir, Darvin’e de geri zekâlı muamelesi yapıp dalgamızı geçebiliriz… Nasıl olsa hep öyle yapmadık mı? İyi, güzel de, koca koca üniversiteler, koca koca bilim insanları yani kısaca bilimin kendisi, “bu adam kesinlikle geri zekalı değildir, söyledikleri de, deli saçması değil bilimseldir” diyor… Yani sizin anlayacağınız bizim adam yerine koymadığımızı, onlar baş tacı edip okullarında bu adamın söylediklerini okutuyorlar… Şu tuhaflığa bakın ki bizim bilim kurumu TÜBİTAK da aynı şeyi söylüyor…
 
Ortaya birbiriyle çelişen, birbirini reddeden iki öykü çıkıyor. Bir yanda tanrının üflemesiyle balçıktan vücut bulmuş, düşünen-taşınan Adem ile Havva, diğer yanda evrimsel sürece takılı yol alan, dörtnala koşan insanoğlu… 
 
İster düş deyin isterse masal, yüzyıllardır anlatılıyor bu öyküler, bu masallar… Yalnız biz hep bir tek masalı sevdik ve hep onu dinledik…
 
Masalın biri, Adem konuşmazdı, yazmazdı hele hele Havva'ya hiç şiir yazmadı, yazamazdı, ne böyle bir cennet vardı, ne de bu insanlar, der… . Buna inat bir diğer masal, Havva'sını bulunca Adem, bülbül gibi şakırdı, o günaha durdu ve atıldı güzelim cennetten, der…
 
Şimdi gel de çık bu işin içinden... Hani çözeyim bu kör düğümü diyorum amma velâkin, hemen atılıyor oradan birileri “Bırak öyle dağınık kalsın, sus zındık'' diyor...
 
Sahi nedir bu işin doğrusu? Görünen o ki herkes anlaşmış, suskun... Milyonlarca insan Adem’in masalını seviyor ve dinliyor, bu masal hoşumuza gidiyor diyorlar… Akıl ve bilim diğer öykünün peşinden gidiyor, koşuyor… 
 
Çocuk aklı işte durmuyor ve soruyor... Sahi hangisi, ya ötekilerin masalı, ya doğruysa, o zaman ne yapmalı?
 
''Sus zındık” susmalı, fark etmez, ha öyle ha böyle...
 
Öyle midir gerçekten? Dinlediğimiz masallar hiç mi etkilemez, hiç mi şekillendirmez kişiliğimizi? Yaşamımızı, oturmamızı kalkmamızı kısaca tüm dünyamızı?...
 
Bakalım taraftarı bol klasik düşe göre neymiş insan? Fazla germeyiniz kendinizi, derin bir soluk alın ve varsa bir de çay koyun, keyfinize bakın...
 
Tanrı insanı diğer canlılardan farklı, özene bezene, seçkin, yüce bir varlık olarak yarattı. Tüm canlıları ve dünya nimetlerini o yararlansın diye sundu. İlk insan, bugün size ne kadar saçma gelse de yaratıldığı anda düşünebiliyor, konuşuyor ve yazabiliyordu. Yazının bulunması palavrasına inanacak değilsiniz ya… Neyse biz devam edelim… Sözün kısası, ilk insan bedenen ve ruhen günümüz insanına benziyordu. Örneğin Adem düşünebildiği, mantıksal çıkarımlarda bulunabildiği, doğruyu, yanlışı seçebildiği için yasak olan şeye el uzattığından dolayı cezalandırılmış ve cennetten kovulmuştu. Değil mi ya, düşünmeyen adama ceza kesilir miydi? Özetle bu varsayımda ilk insan ile günümüz insanı arasında düşünce yapısı bağlamında pek fark yoktu. Adem, günümüz insanı gibi dik, iki ayağı üzerinde yürüyebiliyor, koşabiliyor, bizler gibi düşünebiliyor, konuşup, yazabiliyordu. Matbaanın geç faaliyete geçmesi onun değil bizim kabahatimizdi… Bu öyküye göre insan düşüncesi doğuştan tanrı tarafından insana enjekte edilmiş, üflenmişti…
 
Tekrarlarsak, insan doğuştan düşünen, konuşan, yargılamada, mantıklı çıkarımlarda bulunabilen, doğruyu yanlışı ayırt edebilen seçkin, yüce bir canlı varlıktı. Dolayısıyla toplumsal, tarihsel süreç ilk insanın düşüncesi üzerinde pek de etkili olmamıştı. Kısmi bir etki söz konusuydu. O da çoğunlukla sapkınlıklara yönelme biçiminde gelişmişti. Oysa o ilk nüve, insanın özüydü. İnsan o nüveden uzaklaştıkça, insanın düşüncesi kendisine yabancılaşacaktı. Dolayısıyla cennet'e geri dönmenin tek yolu insanın o ilk, o ilahi yapısına bürünmesi gerekirdi.
 
İşte bizim imamlı-hatipli eğitim, tümüyle bu öykünün doğruluğundan hareketle, bundan ufak bir kuşku dahi duymadan, mutlak doğru kabul ederek, tüm yaşamı evreni, bilimi, insanı bu mantıkla, mantaliteyle anlamaya, açıklamaya, izah etmeye çalışır. İşin daha da kötüsü, yaşamı buna göre hazırlamaya, dizayn etmeye kalkar…
 
Peki, bu öyküye taban tabana zıt, karşıt olan öykü ne diyordu? Dikkat ediniz bu öykünün eşi, benzeri değil, karşıtı, zıttı diyorum… Yani şu Darvin, yani şu laik, bilimsel eğitim?
 
Evet, çağlar boyu büyük mücadelelerin sonucu emekle kurgulanmış, emekleye emekleye bileğinin hakkıyla bugüne gelmiş ''İnsan, alet yapan, kullanan bir hayvandır '' şeklinde özetleyebileceğimiz karşıt öyküye göre ise;
 
İlkel insan düşünemiyor, konuşamıyor, yazamıyor ve dik değil, dört ayakları üzerinde yürüyordu. İnsan diğer canlı ve cansız varlıklar gibi tanrının eseri değil, doğanın bir ürünüydü. Varoluşun ne başı ne de sonu vardı. İlk canlılar ise bakterilerdi. Diğer bir söylemle bugün gördüğümüz tüm canlı türlerinin ataları bu bakterilerdi. Mikrop canlı ve cansız varlık kesitinde yer alıyordu. Tüm canlı ve cansız varlıklar evrensel yapının içinde yer alan maddenin değişik hareket biçimlerinin örgütlenmesinden ve geçici kararlılık hallerinden ibaretti. Temel ve tek gerçek hareketti. Zaman, madde ve hareket özünde bir ve tekti. Bunlar “Bir ve tek”in farklı ifade şekilleriydi. Doğanın ürünü olan insan, evrimsel süreç içinde dik yürümeye, düşünmeye, konuşmaya, yazmaya ve yargılarda bulunmaya başlamıştı. İlk insan söylendiği gibi doğuştan düşünen bir varlık değildi, içgüdüleri ile hareket eden sıradan bir canlıydı. İnsan düşüncesi toplumların tarihsel tecrübelerinin, türlerin deneyimlerinin bir ürünüydü ve toplumsal yapıyla sınırlıydı. Bu savı bir cümleyle özetleyecek olursak ''İnsanların varlığını belirleyen şey bilinçleri değil, tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıydı.''
 
İnsan neden var oldu sorusu, Tanrı neden var oldu sorusu kadar değerli, kıymetli ve en az onun kadar anlamsızdı… Bu nedenle, bu soruyu kendine soran Mansur ''Tanrı Benim'' diyordu. Aslında canlı veya cansız aynı, bir ve tekti. Aradaki kesit ne keskindi ne de belli belirsiz...
 
Tuhaf değil mi? Bir yanda Tanrının başını çektiği varoluşçu bir öykü, diğer yanda bilimin başını çektiği ucu açık karmaşık bir öykü… Soru ve sorun şu ki biz bunlardan hangisini çocuklarımıza anlatacağız, hangisinin gösterdiği yolda yürüyeceğiz? Hangisinin öngördüğü eğitimi vereceğiz?   İkisi de “eşit” güçte deyip ikisine de eşit şans mı tanıyacağız? Dikkat ediniz, 2 kere 2 kaç ederi sormuyoruz, temel mantaliteyi sorguluyoruz. Örneğin diyelim deprem oldu, bu deprem Allah’ın işi mi diyeceğiz, öylemi işe koyulacağız, yoksa bu doğanın bir cilvesi, bir oyunu deyip ona göre mi önlem alacağız? Evet, sahi meseleye nasıl bakacağız? İşte bütün sorun nasıl baktığımızda… Her iki yanıt aynı değerde, aynı puana sahip değil… Onun için bu ekoller eşit değil, olamaz da… Biz devam edelim…    
 
Düşünmenin biz insanları hayvanlardan ayıran, farklı kılan yönlerden biri olduğu kuşkusuzdur. O halde insan nasıl oldu da düşünmeye başladı?
 
Birinci klasik öyküye göre gerçekten insan doğuştan düşünüp konuşabiliyor muydu? Dik mi yürüyordu yoksa dörtnala mı gidiyordu? Yoksa diğer karşıt öyküye göre atası bakteri olan, canlı türlerinden biri olarak tarihsel süreç içinde evrimselleşerek mi dik başlı olup, düşünce yetisini elde etti? Bu iki bakış arasında paralellik mi vardı yoksa karşıtlık, zıtlık mı? Devlet, okullarında bunlardan hangisini okutacaktı…
 
Dik duruş sayesinde, elleri, daha doğrusu ön ayakları serbest kalan insanın bu elleri kullanmasının düş gücünün gelişimine etkisi oldu mu? Dik duruşun gözlerin işlevine etkisi oldu mu? Böylece ellerin kullanılması, gözler aracılığıyla beyin yetilerini, işlevlerini geliştirip çeşitlendirdi mi ? Alet yapmaya başlayan insanın doğayla olan bu etkileşimi, yaşam mücadelesi içinde nelerin habercisiydi? Düşüncenin maddi koşullara sıkı sıkıya bağlılığı ile karşılıklı diyalektik süreç içinde neler yaşandı? Nasıl oldu da türlerin doğal seleksiyon yoluyla hayatta kaldığı veya yok olduğu bir süreçte, kendisinden doğal yapısı ile daha güçlü ve kuvvetli olan canlıların arasından, onlar yok olup giderken, o korumasız insanoğlu, nasıl oldu da onların arasından sıyrılıp bugüne kadar gelebildi? Düşüncenin bu evrimdeki rolü neydi? İnsanın emeğinin, çalışmasının beyinsel faaliyeti üzerinde ne gibi etkisi oldu?
 
Evet, bizim öykümüz, yaşama bakışımız ne olacaktı? Bireylerin kişisel tercihleri, dini gerekleri bir yana, toplum olarak, bir bütün olarak hangi yöne bakacaktık? Bizim çocuklar hangi türküyü söyleyecekti? 
 
Atatürk “fikri hür, vicdanı hür” çocuklar istemişti, bu topluma bilimin yolunu göstermişti… Sırf o mu? Bütün Avrupalı devletler, çağdaş dediğimiz devletler öyle yapmıştı… Bilim yolunda yürüyeceğiz demişlerdi… Darvin onlar için iyi adamdı… 
 
Toplumlar tarihi devirlere kısım kısım ayrıştırılırken hep insanın mevcut üretimine, üretim ilişkilerine göre sınıflandırıldığını biliyoruz. Yontma Taş, Tunç, Demir Çağları-Köleci toplum, Feodal ve Kapitalist toplum vs. Bu sınıflandırmanın gelişi güzel yapılmadığını görüyoruz. İnsan düşüncesinin ürettiklerine ne kadar bağlı olduğunu bu sınıflandırma bize çok iyi anlatıyor. İnsanın doğayla veya tersinden doğanın insanla oyunu özünde iç içe girmiş ve madde ile düş paralel bir seyir izlemiş gibi. Biri diğerini tetiklemiş, ona analık etmiş ve sonra kulak, boynuz hikâyesi…
 
 Bu nedenle düşüncenin maddi koşullardan, toplumsal yapıdan bağımsız ayrıca ilahi bir hareket alanı olamayacağı, aksine bu koşulların ürünü olduğunu, insan bilincinin maddenin hareket biçimleri ile sınırlı kaldığını, insanlık tarihi bizlere sık sık, açıkça gösteriyor. Yanlış anlamayın bunu ben demiyorum, öykü bu ya ben onların yalancısıyım...
 
İnsan düşüncesi belli koşullar altında tarihsel sürece kısmen müdahale edebilir. Ancak hiçbir zaman kendisine analık etmiş olan bu koşullardan bağımsız, ayrı bir düş dünyasını kuramaz. Mevcut toplumsal yapının değişmesi, yeni fikirlerin, düşünce yapısının filizlenmesine zemin teşkil eder. Gölge, bedensiz yol almaz ve ondan ayrı kalamaz.
 
Evet, bilim diyoruz, çağdaşlık diyoruz, akıl, irfan diyoruz… Şimdi soralım bu iki öyküden hangisi doğrudur? Denebilir ki bunun ne önemi var… O zaman şöyle diyelim… Genç beyinleri, bilim, çağdaşlık, akıl, irfan adına eğitirken bu öykülerden hangisine öncelik tanıyacağız? İki öyküye de inanabilir, hak verebilirsiniz, ben onu değil hangisine öncelik tanıyacaksınız, temel mantaliteniz ne olacak onu soruyorum… Bunlar uzlaşır demeyin sakın… Biri Adem’den başlıyor, biri mikroptan olacak şey mi?
 
Evet, eğitim denilince neden bu soru sorulmaz veya ben sorunca neden siz ''yeri ve zamanı değil'' der kızarsınız? Şimdi haksız mıyım? İnsanın aklına şu soru takılıyor. Bugün için taban tabana zıt olan bu öykülerin çözümlemesi neden yapılmamıştır ve hep ertelenmiştir? '' O da doğru, bu da doğru... Ona da saygımız var buna da'' denilerek, neden genç beyinler bu ikilemde bırakılmaktadır. Bu durumda benim çocuğum ''Baba bunlardan hangisi doğru'' diye sorduğunda neden ben ''Oğlum o da doğru, bu da doğru'' ikileminde kalayım? ''En hakiki mürşit ilimdir'' sözü bu anlamda yerini bulmakta mıdır? Bu ikilemde parçalanmış beyinlerin, doğru çıkarımlarda bulunacağını bana nasıl söyleyebilirsiniz? Günümüz insanı bilgi, bilgisayar çağından söz ederken, neden hala bu temel ''Nasıl oldu da insan düşündü?'' sorusuna yanıt vermekten özenle kaçınır? Muhteşem bilgi bombardımanından bu tartışmaya neden girilmez de, sürekli ertelenir?
 
Evet arkadaşlar! Biz hukuk bilir, hukuk okur, hukuk konuşuruz... Peki ya, varlığını sorgulamamış biri nasıl olur da haktan, hukuktan, eşitlikten, çağdaşlıktan, özgürlükten, adaletten söz eder? Adalet terazisini nasıl dengede tutar? Bu soruların günlük yaşantımızla hiç mi ilgisi yoktur? Olmadık şeyleri dahi o kadar hararetli tartışırız da, beynimizin nasıl çalıştığını, değer yargılarımızı nerden edindiğimizi neden merak etmeyiz?
 
Şimdi İmam Hatip Liseleriyle, Laik Liselerin neden aynı hizada olmadığını sanırım anlatabilmişimdir? Bunlara eşit demek, yerle göğü bir görmektir. İnsanın canı pahasına giriştiği onca tarihsel mücadelesini bilmemek, tanımamaktır… Kulla-bireyi, efendiyle-köleyi, hikayeyle-gerçeği kısaca bilimle-hurafeyi bir görmek, bilmektir. Eğitime yapılacak en büyük kötülük “dini” bilimin içine sokmaktır. Dinler ve tarihleri, tarihsel bir vaka olarak vardır ve bireyin gönlünde ne kadar yer edinirse o kadar da var olacaklardır…
 
Evet, çağdaş, uygar kafaya sahip, özgürlük sevdalısı, eşitlik meraklısı, Avrupa yanlısı olanlar, sahi Darvin’den neden o kadar korkuyorlar, onu neden okullara sokmuyorlar?
 
Siz bırakın onu bunu ilkin Darvin’e hak ettiği değeri verin ve onu okullarınıza sokun ve İmam Hatipte de okutun… Sonra mı? Tüm üniversitelerin kapılarını sonuna kadar açın. İster başı örtülü, ister imam, ister hacı hiç fark etmez, kim kapıya geldiyse buyur edin ve alın içeri… Nerde o yürek, nerde o eğitim, hoş gelir safa gelir İMAMLI HATİPLİ LAİK EĞİTİM…
Av. Ali Musa SARIÇİMEN | Tüm Yazıları
Hits: 2600