Madencinin Sesini Ne Zaman Duyar İnsan ?

~ 27.05.2014, Yeni Yaklaşımlar ~

Large_madenciler2_359229713

Maden işçisi ölmemek ve dahası ‘insanca yaşamak’ için örgütlenmek, kavga etmek zorundadır ve bu birikim bu topraklarda mevcuttur.

Gözden uzakta, yerin yedi kat altındaki madencinin sesini ne zaman duyar insan? Emperyalizm öyle iyimserdir ki aslında, “yeraltı kaynaklarını işleten bir ülke kalkınabilir” ve “madenlerin olduğu bölgelerdeki insanlara da böylece istihdam sağlanır” onun en büyük yalanlarıdır. Madende çalışan işçinin varlığı, varolma koşulları umrunda değildir. Yaşanan Soma katliamı ile bu gerçeği bir kez daha gördük.

Bu kısa çalışmamız Soma’dan yola çıkarak, ülkemizde giderek insan yaşamının değersizleşmesi karşısında tarihsel süreçlere bakıp bir değerlendirme yapacaktır.

Türkiye tarihinde maden yatakları, Osmanlı döneminde pek keşfedilememiş ancak 1839 ile birlikte hatta sermaye çevreleriyle yakın ilişkilerin kurulduğu Birinci Cumhuriyetle, madenciliğin başlangıcı olarak kabul edebileceğimiz Balya maden yatakları işletilmeye başlanmıştır. Antik dönemden kalan ve halka ait olan Balya maden yatakları kendi yerli burjuvazisini yaratma hedefinde olan Birinci Cumhuriyet’in onun farkına varmasına kadar, kapitalizmin sömürüsüne bırakılmış ve Fransız sermayeli şirketler tarafından 1939 yılına kadar işletilmiştir. Ancak şirketin Balya’da maden işletmeyi sona erdirmesinden sonra, geride bıraktığı ve çevreye saçtığı zehrin etkisi öyle büyük bir zarara sebebiyet vermiştir ki temizlemek 1997 yılına kadar sürmüştür. Balya ile ilgili bir maden cinayetinin varlığına denk gelinmese bile, hem işçilerin üzerinde bıraktığı kalıcı hastalıklar açısından hem de çevreye verdiği zarar açısından düşünüldüğünde, bu maden yatağının kapitalizmin kar hesapları ile işletildiği açıktır. Bu açıdan ülkemizdeki ilk örneklerden biridir. Ancak madenlerdeki katliamlar asıl Türkiye tarihinde 1980 ile ağırlık kazanmaya başlıyor. 1983`te Zonguldak Armutçuk`taki grizu patlamasında 103 işçi, 1990 Amasya grizu patlamasında 3 işçi yanarak, 65 işçi göçük altında kalarak yaşamını yitiriyor. 1992’de Zonguldak’ta grizu patlamasında 263 işçi, 1995 yılında Yozgat Sorgun`da grizu patlamasında 38 işçi, 2003’te Karaman Ermenek`te grizu patlamasında 10 işçi yaşamını yitiriyor. Örnekler oldukça fazla.

Yazıda dikkat çekmeye çalıştığımız bu nedenle, 1980 ile birlikte maden katliamlarının yoğun olarak yaşanmasının özelleştirme ve taşeronlaştırma politikalarıyla nasıl ve ne şekilde ilişkili olduğudur. Bu tarihten önce hiç maden kazası yaşanmamış mıdır? Elbette yaşanmıştır ancak bu yoğunlukta olmadığı açıktır.

80’lerin önemi

Bu tarihin önemi hem bundan önceki döneme dünya Sovyetler Birliği`nin ağırlığını koymasından hem de 1980’den itibaren neoliberalizmin ortaya çıkıp yaygınlaşmasından kaynaklanmaktadır. Birçok ülkenin burjuvazisi, halkına karşı “düzen dışına çıkılmasın” diye taviz vermek zorunda kalmıştır. Ancak Avrupa’daki bu “kazanımlar” işçi sınıfı mücadelesinin yanında olduğu gibi emperyalist-kapitalist dünyanın da yanında yer almıştır. Ülkelerin ekonomileri dışa açılmıştır. Aslında bu tercihten ziyade, kapitalist sistemin doğasından kaynaklanan bir durumdur. Çok basit bir örnek olarak, bir bakkal dükkânından holdinge dönüşmeyi General Electrics sayesinde başaran Koç`un, bağımsız bir şekilde hareket etmesi düşünülemezdi bile. Bu durum, burjuvazinin çıkarlarının ABD`nin yanında yer almayı gerektirdiği kadar bağımlılık ilişkisinin de gereğiydi.

İkinci Dünya Savaşı sonrası işçi sınıfının alternatif toplumsal düzen arayışlarına engel olmak için refah devletleri ortaya çıkmıştı. Elbette Türkiye de bundan payını almıştır. Özellikle yükselen toplumsal muhalefeti düzen içine çekmek için yapılan 1960 darbesinden sonra, işçi sınıfına bir takım haklar verilmişti. Aynı zamanda ara malların ithalatına, montaj sanayine dayanan bir sanayi burjuvazisi yaratılmak istenmişti. Böylece iç pazara yönelik üretim yapma amacını güden ithal ikameci sermaye birikimi rejimine geçilmesi kolaylaşacaktı. İç pazara yönelik üretim amacı güdüldüğünde, talebi yükseltmek için ücretler de yükseltilmişti. Bunlar ekonomik sebeplerden ve burjuvazinin serpilmesinden kaynaklandığı gibi siyasi sebeplerden de kaynaklanıyordu. Bu siyasi sebeplerin başında ise Sovyetler Birliği’nin varlığı geliyordu. “Refah devleti" modeli Türkiye`yi de vurmuştu. 1961 Anayasası’yla beraber gelen “görece özgürlük” ortamıyla beraber toplumsal muhalefetin yükselişe geçmesi de ücretlerin artışında bir sebepti. Bu tarihsel süreci anlatmamızın sebebi 1983`ten önce maden kazalarının yokluğunu veya azlığını açıklama kaygısındandı.

Biraz önce de bahsedildiği gibi bu tarihin bir diğer önemi neoliberalizmin ortaya çıkması ve buna bağlı olarak özelleştirme politikalarının yoğunlaştığı bir dönem olmasındandır. ABD`de eski solculardan, Troçkistlerden, bir bölümü de Yahudilerden oluşan Neoconlar, ABD sermayesinin güncel ihtiyaçları doğrultusunda iç ve dış politikanın belirlenmesinde önemli görevler üstlenmişlerdi. Burada bizi ilgilendiren konu Neoconların Sovyetler Birliği hakkındaki görüşleridir. Bu da iki darbe teorisine dayanıyordu. Hem ideolojik alanda hem de askeri alanda SSCB`ye darbe vurulmalıydı. Askeri anlamda, askeri-sınai kompleksin geliştirilmesini ifade ediyordu. Asıl yoğunluğun ideolojik alanda olması gerektiğini düşünüyorlardı. 1983 tarihi de sosyalizmin çözülüşüne giden, yoğunlaşan son 10 yıllık yolun bir bölümüydü. Bunların ülkemizde ekonomi alanındaki sonucu, ihracata yönelik sermaye birikimine geçmesiydi. Ülkemizde sermaye birikimine paralel olarak birçok kurum özelleştiriliyordu. Özelleştirmeler sonucu birçok fabrika kapanıyor, birçok işçi işsiz kalıyordu. İşsiz kalmayanlar ise maliyeti düşürmek ve kârı arttırmak için ölene kadar çalıştırılıyorlardı. Ele almaya çalıştığımız tablo gösteriyor ki neoliberal politikalarla maden katliamlarının yaşandığı tarihsel süreçler aynı yüzeyde ilerlemiştir. Küçük bir araştırmayla dahi 1980 öncesi dönemde yaşanan kazaların ya hiç olmadığı ya da az olduğunu anlaşılıyor. Artık maden gibi sektörlere "sosyal devlet" gereği biraz daha korumacı olan yaklaşım böylece neoliberal politikalarla terk edilmişti.

Ülkemizde 1990-91 döneminde yapılan Büyük Zonguldak Maden İşçisi Grevi de bu neoliberal politikalara karşı önemli bir direniş gerçekleşmiştir. Grev sırasında babası Genel Maden İşçileri Sendikası’nda teşkilat sekreteri olan arkadaşımız Hande Gündoğdu’nun anlatımıyla,

“1990-91 Büyük Zonguldak Maden İşçisi Grevi, 1980 sonrası ilk canlanma emarelerinin görüldüğü Bahar Eylemliklerinin hemen akabinde Zonguldak Maden işçisinin sokağa ve siyasete müdahalesinin önemli uğraklarından biriydi. Toplu İş Sözleşmesi görüşmelerinin tıkanması ile birlikte alınan grev kararı sonrası bir ay Zonguldak’ta ve sonrasında Ocak ayazında Ankara yolunda gösterilen örgütlü direnç, içeriği itibariyle sınıfın kendinden menkul ekonomik taleplerinin ötesinde anlamlar kazandı. Öyle ki Türk-İş’e bağlı Genel Maden İşçileri Sendikası’nın (GMİS) aldığı grev kararı ile başlayan direniş kimi uğraklarında konfederasyonun tutumuna ilişkin protestocu bir içerik kazandı. Maden işçisinin direnişinin, kendisini temsil eden sendikayı aştığı zamanlar oldu. Körfez krizinin yaşandığı bu tarihsel kesitte madencinin ‘savaşa hayır’ sloganı, topluma savaş karşıtı güçlü bir mesaj oldu. Turgut Özal ve temsil ettiği politik hat mahkum edildi. Çok bilindik bir sloganla Özal artık ‘Çankaya’nın şişmanı ve işçi düşmanı’ydı.

Grev başlamadan evvel ben 8 yaşında bir ilkokul öğrencisi, annem ev kadını ve babam GMİS’de teşkilat sekreteriydi. Grev başladığındaysa artık hepimiz grevci… Kent merkezinden ilçe ve köylerine kadar bütün bir kent grevdeydi. Kent merkezindeki eylemler esnasında esnaf kepenk kapatıyor, çeşitli resmi daireler dahil olmak üzere işyerlerinde dayanışma grevleri örgütleniyor, akşamları kentte seferberlik ilan ediliyor ve toplanan malzemeler gönüllü nakliyecilerle Ankara’ya yürüyen onbinlerce işçiye gönderiliyordu.  Madencinin silkinişi, kenti ve dahası Türkiye’yi belirleyen son derece önemli bir mücadele deneyimiydi.

Grevin ardından ortaya çıkan moral bozukluğu ve mücadeledeki -çeşitli faktörlerle açıklanabilecek- süreksizliğin neden olduğu aleyhe sonuçlar pek çok yerde tartışılmış ve değerlendirilmiştir. Bu çapta bir değerlendirme bu yazın konusu olmadığı gibi uzağa gitmeye gerek de yoktur: En yakın örneği Soma’daki katliamdır. Sınıfın süreklileşmiş hak mücadelesi özelleştirme, taşeronlaştırma ve bu uygulamaların doğrudan sebep olduğu iş cinayetlerinin ortadan kaldırılmasındaki başat faktördür. Maden işçisi ölmemek ve dahası ‘insanca yaşamak’ için örgütlenmek, kavga etmek zorundadır ve bu birikim bu topraklarda mevcuttur.”

Hande’nin değindiği o günler, özelleştirme politikaları ile kamu işletmelerini tasfiye eden Turgut Özal’ı her fırsatta temsil ettiğini dile getiren AKP iktidarı ile sürmektedir. AKP, işçilerin bugüne değin mücadele ederek kazandıkları hakları kendi döneminde tek tek işçilerin elinden almıştır. Yine AKP döneminde, işçilerin çalışma alanlarındaki örgütsüzlüğün, kuralsızlığın ve güvencesizliğin önünün açılması tesadüf değildir. Çünkü bugüne gelinmesinin en büyük yaratıcısı yukarıda bahsettiğimiz neoliberal politikaları harfiyen uygulayan, dünya kapitalist ve emperyalist sistemin çarklarının dönmesi için çaba harcayan hatta bunun için gerekirse başka ülkeleri işgal etmekten çekinmeyen bir AKP’dir. Bunlardan geri durmayan bir iktidar, haliyle işçilerin çalışma koşullarını da sermaye lehine düzenleyecektir. Yaşanan Soma katliamı da göstermiştir ki, iş güvencesizliği, kayıt dışı çalıştırma artık kural olmuştur. “Sosyal devlet”in, “iyimser” politikalarından dahi eser kalmamıştır. İşçinin ölümü artık bir “kader”dir. Belki bu tabloda işçi lehine havanın döndüğü tek şey, kapitalizmin kriz içinde olmasıdır.

Ülkemizde özellikle Gezi Direnişi’yle başlayan süreç bu krizi daha da derinleştirmiştir. Bu krizin, AKP’ye emperyalizm tarafından verilen taşeron rolüyle ve dünya siyasetinin hangi sacayaklara oturduğu gibi birçok parametreyle de ilgisi vardır. Belki bu bir başka yazısının konusu edilebilir. Ancak çok açık olan bir şey vardır ki, hem geçmişte hem yakın zamanda Soma katliamına kadar yaşanan iş cinayetleri ekonomi politiktir. Buna karşı mücadele etmek tek başına, sermaye ve patronların hak gaspına karşı mücadeleden de öteye geçmelidir. Yandaş, düzen içi, işbirlikçi sendikalar karşıya alınmalıdır. Hatta bu mücadele hattını kapitalizme, emperyalizme, çürümeye, gericiliğe ve eğitimsizliğe karşı örmeliyiz. Sınıfın kurtuluşu ancak böyle mümkün olacaktır.

Yağmur Aktan - Ekin Koç

 

http://adaletvesosyalizm.org/madencinin-sesini-ne-zaman-duyar-insan

Hits: 944