Ulusal Egemenlik ve Bireycilik.

~ 24.04.2014, Ertuğrul KAZANCI ~

                Anadolu İhtilâli, toplumsal hukuka saygın bir mücadeledir. Emperyalizmi alt ettiği         kadar ‘saltanat-hilafet’ yöntemiyle ulusal egemenlik erkine el koyanları da tasfiye etmiş bir devrimdir. ‘Biat’ rejimini kaldırarak, demokratik halk ‘meşruiyetini’ sağlayan eylemdir. Ama ulusal egemenlik erkinin bireysel keyfiliklerle yitirilme olasılığı, yıllar sonra önümüzde bir büyük tehlike olarak durmaktadır.

                                                                                ERTUĞRUL KAZANCI / Eğitimci-Hukukçu

 

     Ulusal egemenlik, devlet kuran ve kamu yönetimiyle ilgili kurallar getirme erkine sahip halkın üstün ve genel iradesidir. Yaratıcı güç, ülkenin geleceğine ilişkin kararlar almaya yetkili olan halkın kendisidir. Böyle bir kudret, devlet işleyişini kurumlaştırarak, kamusal düzenlemeleri gerçekleştirir. Ulusal egemenlik erkinin genel irade adına kamusal alanlarda varlığını göstermesi de; yasama, yargı ve yürütme yoluyladır.

    23 Nisan 1920 tarihinde Anadolu’da başlatılan ve ulusal egemenliği öngören çığır, yüzyılların mutlak bireyciliği etrafındaki geleneksel birikimi, yıkıp atmıştır. Toplumcu değerlere bir bütün olarak ulaşmak ve o değerleri yaratan halkın varlığını esas almak ilke sayılmıştır. Türkiye, kurtuluş ve kuruluş yıllarındaki evrensel saygınlığını bu tutumuyla elde etmiştir.1950’ler sonrasının: “Odunu koysam mebus olur” anlayışına kadar ulusal egemenlik, ulusal iradenin demokratik kaynağı olarak kabul edilmiştir.

     Evrensel ölçütlerde bilinir ki; ulusal egemenlik hukukunu çiğnemeye kalkışanlar, gerici-faşist dikta sistemleridir. Ulusal iradeyi istedikleri gibi şekillendirmek için uğraşlar verir,  ilerici-toplumcu değerleri bağnazca yok ederler. Ulusal egemenlik erkine kavram olarak yabancı, güdümlü, kişiliksiz ve bilinçsiz yığınlar onların türedikleri var oluş nedenleridir. Sonunda sadece kişi profiline bağlı totaliterliklere yol açarlar. Hitler, Mussolini, Salazar, Franco, Batista, Pinochet ve niceleri bu konuda öne çıkmamışlar mıdır? Oysa ki Atatürk: Ulusal irade, yalnız bir kişinin değil tüm ulusun istek ve emellerinin bileşkesidir’ der.

    Bir süreç:

   Türkiye’de ulusal irade seçimle Cumhurbaşkanını belirleyecektir. Asıl önemli olan da ulusal egemenlik sahibi halkın seçimde hangi kıstası yeğ tutacağıdır? Adaylıkta adları geçenler: “Biz oturur, görüşür konuyu çözeriz” demektedirler. Tamamlayıcı sözleri de herhalde şöyle olacaktır: “Sizler de oy verici kitle olursunuz…”

    Ulusal iradenin esası demokrasidir. Antidemokratik davranışları eleştirilen hükümetin başkanıyla, onun icraatlarına onay verdiği izlenen taraflı bir makam sahibi arasındaki paylaşım, hangi ülkesel yararı sağlayacaktır? İradenin sahibi halkımız, buyurgan ve kendi varlığını önemsemeyen yaklaşımı sindirecek midir? Yoksa Cumhuriyet ve devrimi öngörenlere özgü irade beyanında mı bulunacaktır?

    Bir kısım halkımız, iradi gücüne karşın neden hafife alındığını iyice düşünmeli sonra da kusur arayan gözlerle kendisine bakmalıdır. Bu yönde Cumhuriyetin kurucusunun tanımını da hatırlamalıdır:  “Bu devletin ve ulusun başında hiçbir kuvvet ve hiçbir makam yoktur. Yalnız bir kuvvet vardır. O da ulusal egemenliktir”. Ulusal egemenlik, ulusun bireylerinden ötede genel irade, ayrı bir kişiliktir”.

   Ulusal egemenlik adına yürütme erkinin paylaşımını kararlaştıracak olanlar yıllardır işbaşındadırlar. Hukukun üstünlüğünden tutunuz da demokratik yöntem ve ulusal duyarlılıklara söz konusu paydaşlarca ne dereceye kadar uyulmuştur? Yanlış inanç sahteciliği ve boş sözler eşliğinde ulusa hükmetmeye çalışmaktan ötede, hangi zihniyetten sivrilmişlerdir? Halkçı-devletçi ekonomiyi, kamu zararı için neden terk etmişlerdir?

    Temel hak ve özgürlükleri baskı altına alarak biber gazı ve tazyikli sudan destek alan, yürütme erkini yargı ve yasamanın üzerine bina etmeye çalışanlar açıktır. Gençlerin yürek sızlatan akıbetlerinden acı duymayanlar, maddesel şaibe savlarına kulak asmayanlar ve ‘idare-i maslahatçılar’ niçin revaçtadırlar?               

    Bilgisizlik ve koşullanmış tutkuların zihinlerde cirit attığı bir ülkedeyiz. “Yaşamda en gerçek yol göstericinin bilim olduğu” yaklaşımı 1950’lerden bu tarafa göz ardı edilmiştir. Çünkü gelip-geçen birtakım iktidarlar; sorgulayan, araştıran ve irdeleyen gerçekçiliği asla sevmemişlerdir. Aradıkları öğe, uyuşturulmuş halk yığınlarını dayanak etmektir.

     Yeri gelmişken belirtmek isteriz ki; değerbilir uluslar, bağırlarından çıkan büyük hizmet sahiplerine özen gösterirler. Türkiye’de iş bir ölçüde aksinedir. Atatürk dolaylı, İnönü doğrudan doğruya hedeftir. Özellikle de Çankaya’nın olası adayı, “Ulusun tersine dönmüş alınyazısını yenen” ,Lozan yapıcısı ve Cumhuriyetin kurucularından İnönü’yü yergilerle dilinden düşürmez. O zaman da bir anektod aklımıza gelir: Ernest Hemingway, ‘Çanlar kimin için çalıyor?” romanıyla evrensel ün kazanmıştır. Roman,1936-39’lar arası İspanyasında emperyalist payandalı faşizmin Cumhuriyetçilere saldırısını anlatır. Yurtseverlerin umulmadık dirençlerinden parlak kesitler verir. Yazar, 1923’lerin Lozan’ında İsviçre’dedir. Cepheden gelen Türkiye Başdelegesinin antiemperyalist kavgasını gözlemler ve övgülerle dolu gazete haberleri yapar. Hemingway’ın yıllar sonra İnönü’ye gönderdiği imzalı romanı bu saygıyı ifade içindir. Ama “BOP” eşbaşkanına imzalı takdirlerini sunacak ilerici-devrimci bir tek kitap yazarı düşünülemez.

    Sonuç:

    Seçim yoluyla beliren ulusal irade, ulusal egemenliğin önemini bilinçle taşıyorsa ideal demokrasi gerçekleşir. Yoksa; feodal, teokratik ve güdümlü dürtülerle aldatılarak çağcıl kültürden yoksun bırakılmış insanların irade beyanları sağlıklı olamaz. Böyle bir ülkede ulusal egemenliğe ait erk ve bundan doğan hak, sonunda bir-kaç kişinin elinde yitirilir. Tehlikenin büyüğü de buradadır.

 

Ertuğrul KAZANCI | Tüm Yazıları
Hits: 1162