KÜÇÜK İNSANLARIN BÜYÜK GÖLGELERİ

~ 18.04.2011, Av. Ali Musa SARIÇİMEN ~
"Yaptığınız işin felsefesini yapmazsanız yalnızca teknisyen olarak kalırsınız" (Nietzche)
 
Bugün için gördüklerimiz, yaşadıklarımız karşısında Nietzche' nin bu sözüne hak vermemek mümkün değil. Gerçekten neyi niçin yapıyoruz? Siz bir Hâkimsiniz, bir diğeri Savcı veya Avukat, hiç merak ettiniz mi neyiz, kimiz biz? Yaptığımız işin önemi nedir, daha doğrusu bu işi niçin ve kimin adına yapıyoruz? Kitaplara bakılırsa kutsanmışsız, büyük işler yapan büyük insanlarız. Yoksa sözü edilen teknisyenler biz miyiz?
 
Şöyle bir etrafınıza baktığınızda Nietzche' nin sözünü ettiği “cinsten” yığınla teknisyen göreceksiniz. Hem de işin felsefesini bırakın bir yana, iyi teknisyen bile değiller. Aynı tornadan çıkmış, aynı arızaları taşıyan, önündeki yasayı dahi okumaktan, yorumlamaktan, uygulamaktan yoksun kötü hukukçular bunlar. Neredeyse her şeyleri, kıyafetleri, oturmaları kalkmaları, ahlak anlayışları, söze başlamaları, devlete bağlılıkları, bireye bakışları tıpa tıp hep aynı birbirine benziyor. Sanki bir tek kalıptan çıkmışlar gibi aksayan, deforme olan yanları da aynı… İşin daha da vahim yanı, her şeyi bildiklerini, hiç yanılmadıklarını, yanlış yapmadıklarını, adil olduklarını düşünüyor bu teknisyenler… Sadece hukukçular arasında değil bu “tür”, bütün meslek gruplarında aynı şeyi görüyoruz… Biri diğerinin prototipi gibi her şey sanki taklit edilmiş, plastikten yapılmış, essah değilmiş gibi…
 
Adalet, kulağa hoş gelen, sempatik bir sözcük, sanki insanın içini ısıtıyor, huzur veriyor insana. Bu sevimlilik, bu duruluk nerden geliyor, adalet Tanrıçası bakire Themis’ten mi?  Başrolünü Themis'in oynadığı bu tiyatroda onun sadık bekçileri olarak bir elimizde terazi, diğerinde kılıç oyundaki rolümüzü görebiliyor muyuz, farkında mıyız?  Dokunmaya bile kıyamadığımız o yüce ve kutsal Themis’imizin bekaretine sahip çıkabildik mi, bir gün olsun o kör aşkımıza karşılık bulabildik mi? Sonra, Themis'e kim analık etmiş, öyle temiz, öyle masum tasvir etmiş ve o kör güzeli bize sevdirebilmişti? Keza adil olan bu veya olmayan şudur diyen kimdi, buna kim karar vermişti? Adalet, hukuk dedikleri neyin nesiydi? Bakın yeri gelmişken şair bu konuda ne diyor:
 
Beyaz adam
Özgürlük gibi adaleti de
Bir kadın heykeliyle simgeledi
Ama elinde terazi tutan
Zavallı kadın
Gözleri bağlı olduğu için
Kendisine tecavüz edenin
Kim olduğunu göremedi.
 
(Sunay Akın)
 
Kim bu beyaz adam, nasıl oldu da gözümüzden sakındığımız, dokunmaya bile kıyamadığımız Themis'imizi elimizden aldı ve bekâretine el uzatabildi? Şairin sözünü ettiği bu alçak “Beyaz Adam” kim?... 
 
Adalet, "yüce adalet", "hak-hukuk", "eşitlik", "hakkaniyet"  az daha ilerleyecek olursak, hakkın teslimi, doğrudan, gerçekten yana ve de adil olma, yüce ve kutsal adalet…  Peki bu sıraladıklarım neyi anlatıyor bize? Koca bir hiç… Soyut, izaha muhtaç, ayakları yere basmayan sempatik sözler, sözcükler… Yoksa adalet dedikleri ağır basan kefeyi dengelemek için ondan alıp diğerine aktarmak mıdır? Daha doğrusu nedir bu adaletin, hukukun amacı?
 
Toplumsal ilişkileri düzenleme, huzur ve güveni sağlama adına sosyal sözleşmenin gereği olarak ifade edile gelen hukuk, acaba toplumdaki güç ve iktidar ilişkilerinden tamamıyla bağımsız mıdır? Daha açık bir ifadeyle siyasetten, politikadan ayrı mıdır?  "Hak-hukuk-adalet-eşitlik" derken bu hak kimin hakkıdır ve kime göredir, kim belirlemektedir? Hakeza bu hukuk kimin hukuku, bu adalet kime göre ve de eşitlik hangi teraziye göredir?
 
İşte sanırım "yaptığımız işin felsefesi" derken bu soruları kendimize sormamız ve bu sorulara akla uygun yanıtlar vermemiz gerekiyor. En azında böylesi bir çaba içinde olmamız gerekiyor. Demek ki işin felsefesini yapmak bu oluyor. Düşünür de herhalde bundan söz ediyor. Madem hiçbir şey nedensiz değil, bütün değerler neden sonuç bağlamında varlık kazanıyor. O halde her bir duruşumuz, bütün tutum ve davranışlarımız, tercihlerimiz, bu arada adalet ve hukuk anlayışımız tüm bu neden sonuç süreci içinde şekilleniyor.
 
Felsefenin bir bilim olup olmadığı hala tartışılıyor. Ancak kanımca bilimde, felsefede akıl adına konuşur. Her ikisi de akla, mantığa uyanı alır, uymayanları kabul etmez. Hani canım sıkıldı az biraz felsefe yapayım demekle felsefe yapılmayacağı gibi, laf olsun diye bilim yapayım demekle bilim, felsefe olsun diye de felsefe yapılmaz. O halde akla, düşünceye dayalı yapılan her işin bir felsefesi olduğu gibi bilimin de kaçınılmaz olarak bir felsefesi vardır. Kavramlar, soyutlamalar, genellemeler, ilke ve varsayımlar her bilim dalında olduğu gibi felsefenin de temel taşlarıdır. “Şeyler” kavramlara denk düştükçe “şeyliğini” yitirirler ve böylece işin felsefesi ortaya çıkar. Bugün bunu konuşuyor, tartışıyor olmamız gerçekten üzücüdür. Ancak bir zamanlar bilimlerin anası olarak bilinen felsefenin analık sıfatının reddiyle başlayan süreç bizleri ne yazık ki bu noktaya getirmiştir. Günümüzde felsefe artık adam yerine konulmayan bir “şeydir” dersek sanırım yeridir. Özü itibarıyla felsefeye uzun soluklu sistemli bir saldırının sonucunda bugün felsefe bir bilim mi değil mi gibi akıl almaz tartışmaların içinde kendimizi buluyoruz. Felsefenin iyi ile kötü, erdem ile erdemsizlik, ahlaklı olmayla, ahlaksızlık vs. değerleri gündeme getirmesi ve tartışması onu bilimsel olmaktan alı koyma, çıkarmaz diye düşünüyorum. Aksine felsefe bu yanıyla “kör”  bilime analık yapmış olur, onu terbiye eder, bilimi önünü göremeyen teknisyenlerin elinden alır ve onu, varlığını sorgulayan insanın eline verir. Böylece neyi niçin yaptığını bilen, bilim insanlarını, filozofları yetiştirir, diye düşünüyorum. Sonuç olarak, kim ne derse desin bugün hala felsefe bilimlerin anasıdır. Hain evlatlarının "yaratıcı zekâya, bilgi birikimine, seziş ve duyuşlara sahip olmaması" ananın değil, o zavallı kör teknisyenlerin kusurudur…
 
O halde “Hukuk ve Hukuk Felsefesi” kavramları bizim için neyi ifade ediyor? Daha doğrusu üniversitelerde bu işin felsefesi neden yapılmaz? Örneğin bir icra-iflas hukuku çok ama çok önemlidir de bu icra ve iflasın felsefesi neden önemsizdir, daha doğrusu hiç yoktur? Hakeza, miras hukuku çok önemli bir derstir de, bu bölüşülen kimin mirasıdır, diye soran bir düşünürün sorusu neden o kadar önemsizdir? Üniversitelerde bunun felsefesi neden yoktur? Tüm bunları politikadan, siyasetten, hukuk felsefesinden ayrı tartışmamız mümkün müdür?
 
Günümüz “işin ehli” hukukçularına, teknisyenlere bakacak olursak, hukukla siyaseti, politikayı birbirine karıştırmamak gerekir. Hele hele bu işin felsefesine hiç mi hiç ama hiç gerek yoktur. Çünkü en basit haliyle felsefe ciddi zaman kaybıdır. Çünkü acelemiz vardır, işimiz, gücümüz ve verilmiş sözlerimiz, görevler vardır… Durumu kotarmak gerekir, bu nedenle felsefeye ayıracak boş vaktimiz hiç yoktur.
 
Klasik tanıma göre, hukuk, belirli bir toplumda kişiler arasındaki ilişkileri düzenleyen ve devletin yaptırım gücüyle uyulması zorunlu kılınan davranış kurallarının oluşturduğu düzenin, kendisidir. Yazılı olsun olmasın, hukuk kurallarını öteki toplumsal kurallardan ayıran en belirgin, önemli özellik, bu kurların devletin yaptırım gücüyle desteklenmiş olunmasıdır…
 
Böylesi bir hukuk anlayışından göre, sanki toplumun dışında mesken tutmuş ilahi bir güç oturup, toplumsal ilişikleri düzenliyor ve başına da bu düzene uymayanları hizaya getirsin, yaptırım uygulasın diye devleti dikiyor. Kimilerine göreyse toplum bilerek veya bilmeyerek "fi" tarihinde bir sözleşme akdetmiştir. İşte hukuk bu sözleşmenin kendisidir.
 
Doğrusu gerçekten bu mudur?  Evet, her işin felsefesi var gibi… Örneğin hukuk, adalet nedir diye soran birine "toplumsal sözleşmedir" diye yutturursan, bunları üniversitelerde "al sana işin felsefesi" diye okutursan, olur sana felsefe… Peki ya biri çıkar da tüm bunlar o “Beyaz Adamın” işi derse, senin bu oyundaki yerini gösterirse, gene alnı açık, dik yürüyebilecek misin?
 
Hukuk ve adaleti toplumda yaşanan güç ve iktidar ilişkilerinden soyutlayarak, güçlünün buyruğundan söz etmeden, tüm bunlara değinmeden, sözde eşitler arasında düzenlenmiş, kabul görmüş bir sözleşmeden söz ederek işte hukuk bu diyerek ve bunu da hukuk teknisyenlerinin önüne koyarak hadi yüce adalet adına uygula demek işin felsefesi olsa gerek… Hadi bu kısmı anladık diyelim. Peki ya işin yüceliği veya kutsallığı nerden geliyor? Hukuk adaletin yüce ilkeleri etrafında mı belirlenmektedir? Hukukun genel geçer bu yüce ilkeleri acaba her dönem aynı mıdır, aynı kuvvette midir? Egemenin hukukla bir yakınlığı veya bir hısımlığı var mıdır? Daha doğrusu şu Themis'e el atan o “Beyaz Adam” kimdir?
 
Yoksa hukuk gücün kutsallaştırılmış halimidir? Hitler'in Hukuku, Saddam'ın Hukuku, Kaddafi’nin hukuku, Amerika'nın, Avrupa'nın hukuku gibi birden ziyade hukuk ve birden ziyade adalet mi vardır?
 
O halde şu Themis kim?
 
Biz kimiz ve kimin adına konuşuyoruz veya kimin gölgesine sığınmış görev yapıyoruz? Uluslararası ve ulusal hukuktaki rolümüz nedir bizim?
 

Bugün bu sorular artık sorulmaz olmuştur. Çünkü bilimin adı yoktur, bilim kirli ilişkilerin adamıdır artık. Felsefemiz budur bizim, felsefesiz iş görürüz…

Av. Ali Musa SARIÇİMEN | Tüm Yazıları
Hits: 3412