Gazetecinin rezil anıları!

~ 13.02.2014, Nazım ALPMAN ~

Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) son dönemiyle birlikte medya da tepetaklak gidiyor. Aslında iktidar partisi ve gazetecilik ters orantılıdır. Biz de ise gazetecik doğrudan “devlet aparatı” gibi konumlandığından yükseliş ve düşüş dönemleri eş zamanlı olabiliyor.

Hatırlayın 2002 Genel Seçimleri öncesinde yaygın medya iki partiyi hiç görmemişti. Bütün seçim haberleri DSP, ANAP ve MHP’nin sandığa yönelik müstakbel başarıları(!) üzerine oturuyordu. AKP ve CHP’den hemen hiç söz edilmiyordu.

Sandıklar açılınca görüldü ki, Meclis’e sadece iki parti girmişti: AKP ve CHP!

Eski siyasi yapı ve destekçisi medya birlikte batmışlardı!

Şimdi de benzer bir süreç yaşanıyor. İktidar ve onun manivelası medya birlikte sallanıyor. Hiç kimsenin kuşkusu olmasın birlikte yıkılacaklar!

Kriz sadece iktidar partisiyle sınırlı değil. Kendisini iktidarın ortağı kabul eden, iktidar yerine düşünen, onun ruhuna uygun davranan gazeteler ve televizyonlar büyük sarsıntılar içindeler.

Bugünlerde medya içinde “üst düzey” görevler almış olanların anıları yayınlanıyor. Gazeteci-yazarlar, medyanın ne kadar büyük günahlar içinde yer aldığını yazıyorlar.

Yazılanlara bir diyeceğimiz yok. Anlatılanların büyük çoğunluğu da doğru… Ama sorun şu:

-Sen ne kadar günaha bulaştın?

Diğerlerini yazmaktan ziyade kendini anlat bize…

Ünlü bir gazeteciği ağabeyimiz sohbet sırasında anılarını yazmaktan söz etmişti. O günlerde de bir anı furyası vardı. Üstat “yazılanları okuyorum” demişti:

-Ama herkes ben çok doğruydum, diğerleri kötüydü! şeklinde yazıyorlar.

Sonra da kendisinin ne yapmak istediğini açıklamıştı:

-Ben Elia Kazan gibi yazmak isterim. Kitabımı alanlar benim hatalarımı günahlarımı da okuyabilmeliler!

Sonra da eklemişti:

-Ben aslında rezil bir adamım!

Şaşırıp, “estağfurullah” falan demiştik. Ama o hız kesmedi. Meslek ahlakı ile ilgili olmayan tamamen “insani” birkaç anısını anlattı. Gerçekten söylediği gibiydi.

Bize böyle anılar lazım!

O zaman bir anlamı olabilir!

Büyük gazetelerin, televizyonların üst düzey yöneticisi olup da temiz kalabilen acaba kaç kişi vardır?

Sorun tamamen para ile ilgili. Büyük bir gazeteci ağabeyimiz “gazetecinin zengin olma hakkı yoktur” demişti, bir söyleşisinde… Oysa sözünü ettiğim makam sahipleri her aybaşı işgüçlerinin karşılığı olan “ücret” değil patrondan “servet” alıyorlardı. Üstelik bunu yaparken gazeteciliğin en alt ve en üst basamağı olan muhabirleri yerlerde süründürerek, bunu yapıyorlardı. Patrona masraf çıkartmamak için muhabirlerini “kadrolu” yapmıyorlar, hatta telif bile ödemiyorlardı.

Aldıkları para ile verdikleri “hizmet” arısında bir denge olmadığını biliyorlar, bu yüzden kendilerini iyi hissetmek için “ruhlarını” da sunuyorlar, patron adına onun gibi düşünmeye başlıyorlardı.

Medyanın deformasyonunda tek suçlu patronlar değildir. Ruhlarını patronların hizmetine “gönüllü” olarak sunan üst düzey yöneticilerin de hatırı sayılır günahları vardır.

O yüzden sahici metinlere ihtiyaç var:

-Gazetecinin rezil anıları!

***

He hey de hey hey

DİSK’in sesi bu!

Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu DİSK 13 Şubat 1967’de kuruldu. Bugün tam 47 yaşında. İstanbul’da Şişli Kent Kültür Merkezi’nde kuruluşun mücadele yıllarından seçilen fotoğraflardan bir sergi açılacak. 47. Yılında DİSK temalı bir sinevizyon gösterisi yapılacak. Prof. Dr. Korkut Boratav’a “Emek Ödülü” verilecek. Başkan Kani Beko’nun, “Sınıf Mücadelesinde 47. Yıl” başlıklı konuşmasıyla devam edecek. Sonra da Kardeş Türküler Grubu konser verecek.

DİSK doğrudan mücadele içinden doğmuş bir örgüttür. Paşabahçe Şişe Cam İşçileri greve çıkmışlardı. Türk-İş, 1966’daki bu grevi –doğal olarak- desteklemedi. Başını Maden-İş Sendikası ve Başkanı Kemal Türkler’in çektiği oluşum, eyleme sahip çıktı. Yeni bir anlayıştı bu… Çok kısa süre sonra da ete-kemiğe büründü, DİSK doğdu!

DİSK, 12 Eylül öncesinde çalışma yaşamının en etkili örgütüydü. Örneğin bir fabrikada iş bulup, çalışmaya başlayanlara “kaç lira saat ücreti alacaksın?” diye sorulmazdı:

-Fabrikada DİSK mi var, Türk-İş mi?

DİSK varsa, sorun yoktu!

DİSK 1967’den 1980’e kadar 600 bin üyeye ulaşmıştı. Ama bu önemli değil. Esas olarak destansı bir mücadele vererek, işçi sınıfının kendisi için sınıf olma bilincini oluşturup, yükseltmişti. DİSK 13 yıla 100 yıllık bir gelişme ve tarih sığdırabilmişti.

Toplu Sözleşme düzenin başladığı 1963 ile 1980 yılları arasında işçi ücretlerinin satın-alma değerlerinin en yüksek olduğu yıl 1977’dir! 17 yıllık bu sürenin 13 yılında DİSK vardır.

DİSK 12 Eylül 1980’de askerlerin en büyük hedefi haline getirildi. Yöneticileri arasında 50 kişi için “idam cezası” istendi. Üyeleri ve yöneticileri arasından 1477 kişi yargılandı. (Bu satırların yazarı da 1477 kişi arasında bulunmasından ötürü gurur duyar. Bunu da burada belirteyim!)

DİSK yöneticileri, üyeleri, işçileri, dostları arasında sadece bir sendika değildir, bir kültürdür. Temelinde de “Direniş” vardır!

Bu yüzden büyük şair Fazıl Hüsnü Dağlarca aşağıdaki dizeleri yazmıştı:

Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın işçi sınıfına yazdığı güzelleme veriyordu:

“DİSK’in sesi bu!/He hey de hey,/susmaz kimse!

Grev mi yaptık,/ He hey de hey hey,/dönmez kimse!”

 

 

Nazım ALPMAN | Tüm Yazıları
Hits: 1472