Haşhaş(i)

~ 25.01.2014, Serpil Güvenç ~

Haşhaş deyince bizim kuşağın aklına 12 Mart öncesinde ABD ile Türkiye arasındaki haşhaş anlaşmazlığı gelir. ABD başkanı Nixon 1972 seçimleri öncesinde ülkesinde gençlerin yaygın olarak kullandığı eroin konusundaki kamuoyu tepkisini hafifletmek ister. Kissinger başkanlığındaki komiteye “Hükümetleri değiştirme pahasına, eroin akımını durdurun” emri verilir. Ve ABD, uyuşturucu trafiğinin parçası olmayan Türkiye’yi haşhaş ekimini yasaklamaya zorlar. 12 Mart ile gelir yasak. N. Erim başkanlığındaki cunta hükümetinin ilk kararıdır 400 yıldan beri ekilen ve köylünün gıdası, yağı, hayvan yemi ve gelir kaynağı olan haşhaşın ekimine son verilmesi. 1974’de Ecevit hükümeti haşhaş ekimini sınırlı da olsa serbest bırakır.

Bugünlerde ise, “haşhaşi” sözcüğü üzerine bir tartışma almış başını gidiyor. Kökenine ait rivayet muhtelif olmakla birlikte, iktidar ortakları arasındaki savaşta hakaret içeren ideolojik bir silah olarak kullanılmakta. İktidar karşıtı bazı çevrelerce de kavrama olumsuz bir anlam yüklendiğini görünce merak ettim doğrusu.

Bu “Haşhaşi”ler ve liderleri olduğu ileri sürülen Hasan Sabbah gerçekten çevreye korku ve dehşet saçmak için afyonla uyuşturularak birer cani haline getirilen fedailer miydiler?

İlk yanıtı 1971’de Doğu Perinçek ve arkadaşlarının kurduğu TİİKP (Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi)’nin Savunma’ sında buldum. Bu yapıtta, Selçuklu egemenlerine karşı 9. ve 10. yüzyıllarda büyük sınıf mücadeleleri verildiği, daha sonra “İslâm Komüncüleri” olarak da anılacak olan Karmatî hareketlerinin yanı sıra Bâtınî ayaklanmalarının da canlandığı anlatılıyor. Ve “İhtilalci bir Bâtınî mezhebi olan İsmailîlerin” başına geçen Hasan Sabbah’ ın Alamut kalesini ve başka yerleri zapt ederek bu bölgelerde üslendiği yazılı. Yine bu mezhebin, köylüler, göçebeler ve yoksul zanaatkâr çıraklarını arkasına alarak “hâkim sınıflara korku saldığı”, Nizamülmülk gibi feodal mülkiyet düzeninin koruyucusu olan kişilerin ise bu mezhebin takipçilerini lekelemek için “hepsinin afyonla uyuşturulup cennet hayalleri gördükleri” ve bu nedenle önderlerine körü körüne itaat etikleri gibi yalanlar uydurdukları savlanıyor.

Araştırmacı Faik Bulut da benzer görüşleri paylaşmakta. “Haşhaşin”in lekelemek amacıyla kullanılan bir Şeriatçı adlandırması” olduğunu, Emevilerin son devrinden başlayıp Abbasiler döneminde süren tüm siyasal, ideolojik ve kültürel başkaldırıların temel özelliğinin “sistemi ve onunla özdeşleşen Şeriatı” karşısına aldığını, kent yaşamında örgütlenen mezhep gruplarından İsmaili- Bâtınî örgütlenmesini oluşturan milislerin “en alttakilerden” oluştuğunu, bu hareketlerin genelde otoriteye, servet sahiplerine ve özellikle tüccarlara karşı ayaklananları temsil ettiğini anlatıyor. Ve İsmaililik [“haşhaşin”lerin o dönemde bağlı oldukları mezhep] ve onun bir kolu olan Karmatîliğin de böyle bir zeminde canlandığını ve bu örgütlenme türünün çekirdeğini meydana getirdiğini, Alamut kalesinde yaşayan Hasan Sabbah’ın ise bölgede “eşitlikçi dervişan cumhuriyeti” kurduğunu söylüyor.

Ünlü düşünür Samir Amin, Bulut’u doğrulayarak bu tür mezhepleri “din temeline dayanan ilkel komüncülük” olarak nitelemekte. Söz konusu mezheplerin eylemlerinin ezilen kesimlerin eşitlik ve adalet arayışlarının sürekliliğini sağlayabilmenin ötesine gidemediğini de vurgulamakta. Amir’e göre bunun nedeni, içinde yaşanan tarihsel aşamada, söz konusu toplumlardaki üretici güçlerle üretim ilişkilerinin daha ileri bir düzeye sıçramaya elvermemesi.

Bu yönüyle düşünüldüğünde söz konusu hareketlerin dönemin egemen sınıflarına bir başkaldırıyı temsil ettikleri açık. İçerde ve dışarda Sünni İslam temelinde bir Şeriat rejiminin kurulması için mücadele veren ve bunun yanında sermaye ve kurulu düzen yanlısı olan günümüz iktidar ortakları AKP ve Cemaat ikilisinin “Haşhaşi” nitelemesini hakaret olarak kabul etmeleri doğal değil mi?

Tarihimiz, ezilenlerin merceğinden ve onların temsilcileri tarafından yazılmadıkça sapla saman birbirine karışıp duracak.

Serpil Güvenç | Tüm Yazıları
Hits: 1461