Hem Yolsuzluk Hem Yargı

~ 11.01.2014, Faruk ÖZSU ~

Türkiye 17 Aralık’tan bu yana bir cinnet halini daha yaşıyor. Gülen Cemaatinin, Erdoğan’ın böğrüne soktuğu hançer, sadece Erdoğan’ı ve çevresini değil, tüm ülkeyi afallatmış durumda…

2010 referandumunun iki hafta öncesinde (27.08.2010) “Yargı Bürokrasisi Yargıdan Elini Çekmelidir” bildirisi ile başlayan ve üç yıldır devam eden uyarılarımızı ciddiye almayan Hükümet, 17 Aralık’tan beri ateşe düşmüş gibi davranıyor. Ayakkabı kutulu, para sayma makinalı fotoğrafların üzerine tesis edilen toplumsal algıyı yıkmak için sarıldığı “komplo” iddiasına bel bağlaması ve polis şeflerini sağa-sola savurması yaşadığı travmanın büyüklüğünü ve çaresizliğini gösteriyor. Kendisinin dahi inkar edemediği bir yolsuzluk iddiasına karşı geliştirdiği tutum ve söylem mantık kuralları ile cebelleşirken, sağlıklı ve ciddiye alınabilir bir tespit ve çözüm üretebildiklerine söylemek ise güç.

Diğer yandan Başbakanın bir de; “iş takibi yaparken zorluk çıkartılan bir savcı” iddiasını dile getirmesi ve hükümetin hamlelerinin yargının -bir kez daha- “ele geçirilmesine” yönelik olduğunun ortaya çıkması, başbakan ve çevresinin yargıya dair olan derin bilgisizliğin çarpıcı bir tezahürü gibi görünüyor.

Referandumdan bu yana yargıda yaşananlar ortadayken, yargı yönetiminin ağırlıklı olarak meclisçe oluşturulması yönündeki önerilere “o zaman yargı siyasallaşır” gerekçesiyle karşı çıkan karşı tarafınki (yargıdaki güç ve konumu nedeniyle Cemaat hariç) de başka tür bir cehalet örneği.

Şu açık: Yolsuzluk meselesini ve yargı sorununu birlikte tartışmadığımız sürece her iki sorunu da çözümsüzlüğe hapsedeceğimiz kesindir. Bu yazıda ben çalışma alanım olarak yargı bahsini daha ciddiyetle tartışmayı öneriyorum.

Klişeleri Terk Etme Vakti

Bugün gelinen noktada artık şunu kesin olarak anlamamız gerekiyor: Türkiye’de yargı problemini “kuvvetler ayrılığı ve yargı bağımsızlığı” gibi klişelerle tartışmamız ve de anlamamız mümkün değildir. Zira bu kavramların bir anlam ifade edebilmesi için ortada bir yargı olması gereklidir. Oysa Türkiye’de bir yargı yoktur. Şöyle ki:

Bir yargının varlığından söz edebilmek için yargının, birbirinden farklı toplumsal kesimlerin uzlaşmasıyla ve çatışan tarafların dışında üçüncü ve tarafsız bir kurum, yani bir “hakem” olarak kurulması gereklidir. Ancak bu şekilde kurulan bir yargı toplumsal farklılığı bir hukuksal eşitliğe taşıyabilir. Tabii bu da yetmez. Yargı her türden güç ilişkileri karşısında korunaklı olmalı ve bu güvence sayesinde güçlü ile zayıfın karşılaşmasında zayıf olanın lehine davranabilme güç ve imkânına, dahası isteğine sahip olmalıdır. İlaveten yargının bağlı olduğu ve denetlenebildiği özgün ve müstakil bir hukuk geleneği bulunmalı ve bu sayede topluma hukuksal güvence sağlamalıdır. Bir yargının meşruiyeti ancak bu şekilde kurulmuş olur ve ancak bunlar olursa bir yargının varlığından söz edilebilir. “Yargı bağımsızlığı” da ancak yargıyı yargı yapacak olan bu şartların güvencesi içindir- “yargıçlar cumhuriyeti” tesis etmek için değil.

Türkiye’de ise yargı, egemen gücün idari mekanizma içine yerleştirdiği ve muarızlarını bastırmak, sindirmek ve yok etmek için kullandığı bir siyasal şiddet unsuru olarak kuruldu. Bu doğrultuda da kurumsallaştı ve gelenekselleşti. Bir memuriyet olarak teşkilatlandırılmasına rağmen mutlak ve sıkı hiyerarşik merkezi bağı yüzünden sıradan memuriyeti aşan bir emir-komuta ilişkisi kurulmasına ve çok dar bir meslek grubu olması ve de geleneksel egemen yargı ve yargıç kültürü nedeniyle de sıkı örgülü bir cemaat haline gelmesini sebep oldu.

Yargı iktidarını ele geçiren siyasal gücün yargıyı bu denli çabucak ele geçirmesi ve kolayca “sevk ve idare etmesi” bu sayede mümkün olmaktadır. Devlet memurları içinde en az hukuksal güvence içinde olan ve mesleki kariyer ve ikballerini normlar değil yargı iktidarı ile kurdukları “ilişkiler” belirleyen yargıçların gözlerinin sürekli HSYK’da, yani “Olimpos’taki tanrılar heyetinde” olması ve oradan yükselen “ortak sese” göre konum almaları bu yüzdendir.

Buradaki önemli ayrıntı gözden kaçmasın: Yargıçların içinde yaşadığı sosyoloji, kadim ve yaygın bir “yargı kültürü” üretmesine sebep olmuştur. Bu ortak kültür de özetle, antientelektüel, siyaset düşmanlığına varan bir apolitiklik, özgürlük ve farklılık düşmanlığı, toplumsal vasatla uyumlu bir sokak milliyetçiliği ve ahlakçılıktır… Bu kültür, bugüne kadar yargıda egemen olan gücün siyasi iktidarlar değil bürokratik ve apolitik güçler olmasını da açıklar. Yargıçların iktidar hiyerarşisinde Cumhurbaşkanı ve Başbakan dahil tüm siyasi aktörler bu nedenle ikincildir-o da HSYK’daki irade ile çatışmamaları kaydıyla. Yani yargıda asıl ve belirleyici olan HSYK’da egemen olan iradedir.

Ezcümle, Türkiye şartlarında “yargı bağımsızlığı” retoriği ve “siyasetin yargıya baskısı”na dair edilen şikayetler sığ ve temelsiz tekerlemelerden ibarettir. Bu söylemler yalnızca yargıda egemen olan gücü besleyen içi boş sahtekarlıklardır. Zaten bu kavramları hangi dönemde kimin kullandığı da bunun delilidir. Öyle ki bu söylemleri takip ederek yargıda egemen olan gücü keşfetmek mümkündür.

Sonuç ve Çağrı

“Siyasetin yargı üzerindeki etkisi” ile ilgili edilen onca kelamın ve “yargı bağımsız olduğu takdirde adaletin sağlanacağı” gibi sığ teorilerin tuzla buz olduğu bir tarihsel dönemdeyiz. Bugün böylesi bir geniş toplumsal desteğe sahip olan Erdoğan’ın böylesi bir hoyratça bir operasyona maruz kaldığı bir dönemde “yargının siyaset karşısında yeterince bağımsız olmadığı”nı söylemek ve savcıların -HSYK’nın bilgisi/onayı/direktifi dışında- hukukun gereği olarak bu operasyona giriştiğine inanmak gülünçtür.

O halde bu saçma söylemi bir kenara bırakıp yargıda bir tekel oluşmasının önüne geçecek çareler aramak gerekir.

Çağrım önce AK Parti’ye: Yargının Cemaatin elinde olması tüm ülkeyi tehdit eden hayati bir problem olmakla birlikte çarenin yargıyı ele geçirmek olmadığı anlaşılmadığı takdirde bir büyük hüsran daha yaşanması kaçınılmazdır. Yargı toplumsal meşruiyete sahip olduğu oranda toplumsal barışın sağlanması mümkündür.

Son olarak CHP, MHP ve BDP’ye: Yargıdaki asıl sorun yargının bürokratik oligarşi haline gelmesine imkan veren mevcut yapısıdır. O halde çare ağırlıklı olarak tüm partilerin temsilcilerinden oluşan ve tek bir gücün egemen olmasına imkan verilmeyen bir yargı idaresidir. Detayları tartışılabilir ama bu aşamada benim önerim, mecliste grupları olan tüm partilerin eşit ya da siyasal temsilleriyle orantılı bir yargı idaresi kurulmasıdır. Tabii seçimler nitelikli çoğunlukla yapılmak kaydıyla.. Politik tekeli ve güç yığınlaşmasını önlemenin tek yolu budur. Yargıçları sevk edecek bir siyasal güç ancak bu sayede oluşamaz ve yargı içinde çeşitlilik ve özgün perspektiflerin yansıması ancak bu sayede mümkün olur.

Özetle: Yargı bir siyasal alandır ve bu nedenle de siyaset dışı kalmasına imkan yoktur. Sorun olan yargıda siyasetin olması değil siyasal çeşitliliğin olmaması, yani yargıda bir “politik tekel” oluşmasıdır. Dünyamız “Teletabi dünyası” değildir ve “keşke yargı bağımsız olsa.. keşke adalet tarafsız olsa” gibi dilek ve temennileriyle yol alabileceğimiz bir mesafe yok maalesef.

Yolsuzluk ve rüşvetle mücadele için bu yargıyla da mücadele etmemiz gerekiyor…

Faruk Özsu: Demokrat Yargı

Faruk ÖZSU | Tüm Yazıları
Hits: 1497