BAŞÖRTÜSÜ EŞİTTİR DEMOKRASİ Mİ?

~ 08.01.2014, Yeni Yaklaşımlar ~

Haldun Gülalp  (Prof.Dr., YTÜ, İİBF)

Güncel Hukuk   (No.120, Aralık 2013)

Başbakan Erdoğan’ın 30 Eylül 2013 tarihinde büyük beklentiler eşliğinde açıkladığı demokrasi paketi kamuoyunda etraflıca değerlendirildi ve genellikle yetersiz bulunarak eleştirildi.  Ancak, paket içinde yine de olumlu bulunan az sayıdaki birkaç başlık arasında özellikle kamu görevinde başörtüsü kullanımı üzerindeki kısıtlamanın kaldırılması, muhalifler dahil birçok kesim tarafından özgürlük getiren bir uygulama olarak karşılandı.  Ben bu yazıda biraz farklı bir görüş ortaya atarak, bu konunun özgürlük veya demokrasiyle hiçbir ilgisinin olmadığını, tam tersine endişe duyulması gereken bir adım olduğunu açıklamaya çalışacağım. 

“Demokratikleşme paketi” olarak adlandırılan önlemler dizisi konusunda en ilginç yorumlardan birini üstelik paket daha açıklanmadan önce yapan Gültan Kışanak, bu paketten “qundur” (kabak) çıkacağını tahmin ettiğini belirtmişti.  Gerçekten de, paket içindeki belki de en önemli unsur olan başörtüsü düzenlemesinin aradan geçmiş 11 yıldan sonra artık bir bakıma kabak tadı veren bir konu olduğunu, yani Kışanak’ın tahminin doğru çıktığını söyleyebiliriz.  Ancak, iktidar tarafından “başörtülü hanım kardeşlerimize özgürlük” diye ifade edilse de, aslında buradaki konunun “başörtüsüne özgürlük” olduğunu, bu ikisinin arasında çok önemli bir farkın bulunduğunu, dolayısıyla, “içi boş” anlamına da gelen “qundur” benzetmesinin çağrıştırdığının tersine, üzerinde durulması gereken bir içerik taşıdığını söyleyebiliriz.  

Başörtüsü tartışmasının ilk yapıldığı dönemlerde yasakların kaldırılmasını savunan “sol” ve “demokrat” çevrelerin konuyu bir “insan hakları” ölçütü içinde ele aldığını biliyoruz.  Örneğin, başkalarıyla birlikte ben de, kılık-kıyafet özgürlüğünün (tabii ki her “özgürlük” gibi belli sınırlar içerisinde) temel bir hak olduğunu, dolayısıyla ister başörtüsü isterse başka bir kıyafet unsuru olsun, insanlara bu konuda herhangi bir dayatmanın yapılmaması gerektiğini savunduk (bkz. Haldun Gülalp, Kimlikler Siyaseti, İstanbul: Metis, 2003, ss.87-90).  Şimdi karşılaştığımız durumun ise bu ilkenin öngördüğü durumdan çok farklı olduğunu söyleyebiliriz.

Bir nesneye özgürlük verilmesi ifadesinin ne gibi bir anlam taşıdığı sorulabilir.  Erdoğan, paketi açıkladığı konuşmasında q, w, x harflerinin kullanımına ilişkin yasakların kaldırılmasından söz ederken, “klavyeye özgürlük” ifadesini kullanmış, bu da haklı olarak, klavyeye gelinceye kadar,  önce klavyeyi kullananlara, yani gazeteci ve yazarlara özgürlük verilmeliydi mealinde bir tepkiye yol açmıştı.  O halde, nasıl ki “klavyeye özgürlük” kavramının kendi başına bir anlamı yoktur, aynı şekilde “başörtüsüne özgürlük” kavramı da anlamsız değil midir?  Böyle bir ayrım ne anlama gelebilir?

Burada yapmaya çalıştığım ayrımın önemi şu şekilde açıklanabilir:  Örneğin, özel mülkiyet rejiminin egemen olduğu ve para sahibi olmanın yaşamın idamesi için zorunlu olduğu bir ekonomik düzende, yoksul bir kişiye para veya mülk vermek, onun verili düzen içerisindeki ekonomik özgürlüğüne kuşkusuz ki katkıda bulunacaktır.  Bu yolla o kişi daha önce edinemediği bazı tüketim maddelerini edinebilecek ve/veya daha önce sahip olmadığı barınma olanağına kavuşacaktır, vb.  Ancak, bu demek değildir ki paranın ve özel mülkiyetin egemenliğine dayalı bir ekonomik düzen, özgürlükler getiren demokratik bir düzendir.  Tam tersine, piyasa temelli düzenlerde, demokratik devletler, yurttaşlarının piyasa sistemi karşısında ekonomik özgürlüklerini korumak amacıyla, onlara refah sağlamakla, yani para ve piyasa aracılığıyla ulaşamadıkları bir takım hizmetleri sunmakla yükümlü olurlar.  Üstelik onlara bu hizmetleri tam da piyasa dışı yollarla, yani karşılıksız birer kamu hizmeti olarak ulaştırırlar.  Devlet, bu kamu hizmeti yükümlülüğünü gerçekleştirmek yerine piyasa sisteminin daha da derinleşmesi yönünde çaba sarfedecek olsa, demokratik görevini yerine getirmemiş, tam tersine, daha çok kişi ve kesimin ekonomik özgürlüklerinin yitirilmesiyle sonuçlanan bir yol izlemiş olur. 

“Başörtüsüne özgürüuk” kavramıyla, “başörtüsü kullanmak isteyen kişilere bunu kullanma özgürlüğü” arasındaki farkı açıklamak için bir de bu tartışmalar sırasında sıklıkla yapılagelen ve çok yanıltıcı olan “mini etek” karşılaştırmasına değinebiliriz.  Bu karşılaştırma yapıldığında genellikle hemen eklenir ki bunlardan birisi dinin emri, diğeri ise basit bir moda tercihidir; o halde, moda tercihini uygun görenler dinin emrini nasıl uygun bulmazlar?  Oysa, bu argüman sadece onu gerçekten dinin emri olarak görenler açısından geçerli olabilir, öyle görmeyenleri hiçbir şekilde bağlamaz.  Bu iddianın bu şekilde ileri sürülmesi, dinin emri olarak tanımlanan herhangi bir konunun direktif yoluyla dindar olsun olmasın herkes için bir zorunlulukmuş gibi tescil edilmesi anlamına gelir veya en azından bu amaç ve arzuyu ifşa eder.  Buradaki öncelik, açıkca, kadınların özgürlüğü değil, “başörtüsü”nün (ve onun kullanımının) normatif, yani egemen kılınmasıdır.

Eğer başörtüsü konusu iktidar tarafından “insan hakları” ve onun bir alt başlığı olarak “kadın hakları” çerçevesinde ele alınıyor olsaydı, günümüzde kadınların içinde bulunduğu başka birçok ayrımcılık deneyiminin üzerinde de aynı hassasiyetle duruluyor olurdu.  Kadınların şu kadar sayıda çocuk yapmaları, hamile iken sokağa çıkmamaları, dekolte giyinmemeleri, vapurlarda erkek arkadaşlarının yanına fazla sokulmamaları gerektiği, üstüne üstlük bir de son zamanlarda ortaya atılan “kızlı-erkekli” evlerde yaşamanın fuhuş faaliyetlerine yol açtığı gibi açıklamalarla kadınları kısıtlı davranış kalıplarına sokmaya çalışan iklim yaratılmış olmasaydı, kadınlara yönelik (dayak ve cinayet biçimindeki) şiddet de buna paralel bir şekilde geometrik olarak artmazdı.  Özetle, paketten çıkan özgürlüğün genel olarak insanlara veya özel olarak kadınlara değil, tamamen “başörtüsüne” yönelik olduğu açıkca görülmektedir.

Bunu daha da net bir şekilde görmek için bir de yine aynı paketten çıkan ve bu “özgürlük” konseptini tamamlayan yasaklamaya bakılabilir.  Başbakan Erdoğan’ın yaptığı konuşmanın yayımlanmış metninde şu cümleler yer almaktadır (alıntıdaki imla ve büyük harflerle yapılan vurgu, aynen orijinal metinde yer aldığı biçimiyle aktarılmaktadır): 

YAŞAM TARZINA SAYGIYI, TÜRK CEZA KANUNU İLE GÜVENCE ALTINA ALIYORUZ.  Türk Ceza Kanunu’nda yapacağımız değişiklikle, DİNİ İNANCIN GEREĞİNİN YERİNE GETİRİLMESİNİN ENGELLENEMESİNİ de ceza kapsamına alıyoruz.  Dini ibadet ve ayinlerin, BİREYSEL olarak da yapılmasının engellenmesini aynı şekilde bu kapsama alıyoruz.  cebir veya tehdit kullanarak, ya da hukuka aykırı başka bir davranışla, bir kimsenin inanç, düşünce veya kanaatlerinden kaynaklanan yaşam tarzına ilişkin tercihlerine müdahale edenlere, ya da bunları değiştirmeye zorlayanlara, 1 yıldan 3 yıla kadar hapis cezası getiriyoruz.”

Bunu günlük yaşam pratiklerine tercüme ederek, ilk bakışta ekstrem gibi gözükse de, ihtimal dahilinde olabilecek hipotetik bir örnek üzerinden inceleyelim.  Diyelim ki ben üniversitede dersimi verirken, dersin ortalarında bir yerde bir öğrencim “hocam namaz vakti geldi, ben camiye gidiyorum” diyerek çıktı gitti ve üstelik bunu her ders için alışkanlık haline getirdi.  Aynı üniversitenin yönetmeliklerine göre derse devam zorunluluğu olduğu için ben bu öğrenciyi derse devam etmesi gerektiği yönünde uyardım veya doğrudan başarısız addettim.  Bu durumda benim ceza almam gerekmez mi?  Örneği sürdürelim.  Diyelim ki öğrencimiz çalışkan ve gayretli birisi olduğu için dersi fazla kaçırmak istemiyor.  Bu durumda, camiye gitmek yerine namazını hemen oracıkta kılmakta ısrar ediyor veya (daha makul bir taleple) namaz süresince derse ara vermemizi talep ediyor.  Bu talebini karşılamazsam ceza almam gerekmez mi?

Sekülarizmin (laikliğin) temel mantığı, dinsel kurum, kural ve ilkelerin toplum yaşamından ve devlet yönetiminden ayrıştırılıp kendine özgü ve otonom (yani devletten bağımsız) bir alan olarak kurgulanmasına dayanır.  Nasıl ki eğitim için okula, vergi ödemek için ise vergi dairesine gideriz ve bu gibi kurumların her birinin kendine özgü kuralları, sorumluları ve sorumlulukları vardır, vs., aynı şekilde din kurumu da “seküler” toplum yapısı içinde bu çeşitli kurumlardan birisi olarak işlev görür.  Eğitim görmek isteyen kişinin okula gitmesi gibi, dinini yaşamak isteyen kişi de din hizmeti veren kuruma gider veya bunu kendi özel yaşam alanında kendi bildiği yoldan gerçekleştirmeye çalışır. 

O halde, “demokratikleşme paketi” içinde ifade edildiği biçimiyle cezai yükümlülük getirmeyi öngören düzenleme, sekülarizmin bu temel mantığına aykırı bir düzenlemedir.  Bu düzenleme, dini diğer kurumlardan ayrıştıran değil, onu diğer kurum, kural ve işlevlere egemen kılan, üstelik bunu herhangi bir bireyin kendi öncelik talebi temelinde zorunlu tutan, başkalarını da ona tabi kılan bir düzenleme anlamına gelir.  Bunun, demokrat kesimlerin savunageldiği “başörtüsü kullanma özgürlüğü” ile hiçbir ilgisi yoktur.  Üniversitedeki dersine dinsel (veya herhangi başka bir) tercihi uyarınca başörtüsü ile gelmiş olan bir öğrenci, kendi özel yaşamı ve kendi bedeni üzerinde bir tasarrufta bulunmaktadır; buna kimsenin karışma hakkı yoktur.  Oysa öngörülen yeni düzenlemede, dini yaşam önceliklerini toplumsal ortamda baskın kılmaya çalışan bir kişi, “engellenme” karşısında ceza tehdidi yoluyla, devlet tarafından koruma altına alınmaktadır. 

Üstelik yine aynı paket içerisinde dini yaşam tarzını mutlaklaştırmaya yol açacak başka unsurlar da vardır.  Şu düzenlemeye bakalım:

“AYRIMCILIKLA DAHA ETKİN MÜCADELE ETMEK İÇİN, CEZA MİKTARLARINI ARTIRIYORUZ.  Kişinin, inançlarının gereğini yerine getirmesi dolayısıyla, belli haklarını kullanmasını, belli haklardan yararlanmasını engelleyenleri ceza kapsamına alıyoruz.  Bu sebeple işlenen suçun cezasını da 1 yıldan 3 yıla kadar artırıyoruz.  Türkiye’de hiç kimse, dilinden, ırkından, milletinden, renginden, inancından ve inancının gereğini yerine getirmekten dolayı ayrımcılığa maruz kalmayacak.”

Bu düzenleme içerik olarak daha önce alıntıladığımız düzenlemeden farklı değilse de, burada ayrıca bir takım toplumsal kategoriler sıralanmaktadir.  Birçok yorumcunun tespit ettiği gibi, ayrımcılığa karşı koruma altına alınan bu kategoriler arasında LGBT bireyler yoktur.  Bu durumun sonuçlarını yine hipotetik bir örnek üzerinden değerlendirelim.  Bir LGBT birey ile bir “dini bütün” Müslüman aynı ortamda karşılaştıkları zaman ne olacaktır?  Bir LGBT birey, kendisi doğrudan bir zarar görmediği takdirde, bir Müslüman’ın yaşam tarzına karışma ihtiyacı duymayacaktır.  Ama diğeri büyük olasılıkla LGBT’nin oradaki varlığından bile rahatsız olacaktır.  Bu durumda, yasanın kendisine tanıdığı yetkiden yararlanarak, yani kendi inancını yaşama hakkını kullanarak, LGBT’nin oradan çekilmesini talep edebilecek midir?  Herhalde evet; nasıl ki daha şimdiden “içkini git evinde (veya en azından benim gözümden ırak bir yerde) iç” deniyorsa. 

Refah Partisi döneminde Necmettin Erbakan’ın önerdiği “çok-hukuklu” toplum projesi, her bir “inanç grubu” için totaliter bir yaşam modeli öngörüyordu ve demokratik yapıya aykırı idi (yine bkz. Gülalp, Kimlikler Siyaseti, 2003).  Bu tespit AİHM tarafından da yapılmış ve birkaç farklı neden yanısıra bu tespit nedeniyle de partinin kapatılması Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin ihlali olarak görülmemişti.  Erdoğan’ın önerdiği düzenlemenin bundan bile çok daha ileride olduğu söylenebilir.  Erdoğan’ın öngördüğü düzenleme, sadece toplulukların kendi ortamlarında (totaliter bir yapı içerisinde) kendi yaşam tarzlarını sürdürmelerini değil, dahası, belli bir “yaşam tarzını” herkesin üzerinde egemen kılmayı amaçlamaktadır.  

Henüz totaliter bir rejimin yönetim araçları altında bir yapıda değiliz, ama tehlikeye dikkat çekmek gerekir.  Totaliter rejimler, demokrasi ile bazı açılardan benzerlikler gösterdikleri için yanıltıcı olabilirler (örneğin, halk ile devletin bütünleşmesinden daha demokratik ne olabilir diye düşünülebilir).  Ne var ki, kendi başına “yaşam tarzı” kavramı bile, üstelik tam da muğlaklık içerdiği ve doğal olarak kişiden kişiye değişebileceği için, devletin cezai yaptırımlar yoluyla düzenlemesine konu olacak bir şey değildir.  Devlet yaptırımıyla korunan “yaşam tarzı” tanım gereği zor yoluyla bir dayatma içereceğinden, bir hak olarak görülemez.  Çünkü yaşam tarzı tanımlanamaz ve ancak bireysel özgürlükler yoluyla koruma altına alınabilir.  Bu yolla, herkes (devletin tanımladığı değil) kendi dilediği yaşam tarzını (tabii ki başkalarının haklarına saldırı içermemek kaydıyla) kendi dilediği biçimde yaşayabilir.  Açıklanan “demokratikleşme paketi”nde ise bu yola gidilmediği, tersine, ne içerdiği tam olarak bilinmeyen ama dini referanslar taşıdığı belli olan bir yaşam tarzının devlet zoruyla egemen kılınmaya çalışıldığı görülmektedir. 

 Güncel Hukuk

Hits: 840