Hukuk öğretimi nereye gidiyor ? - Bir Değerlendirme

~ 16.12.2013, Yeni Yaklaşımlar ~

Bologna süreci öncesiz olmadığı gibi, yeni yasal düzenleme de öncesiz değildir ve yasal düzenlemelerin çoğu için gereken somut zemin, ideolojik açıdan belirlenmiş aktörleriyle beraber hazırdır.

Eğitime ilişkin tartışmaların kriz ve yeniden biçimlenme dönemlerinde yoğunlaşması doğal karşılanmalıdır. Özellikle iktidar paydaşlarından birinin “altın nesil” yetiştirme gibi bir vaadi ve “icra makamı”nın da bu vaat doğrultusunda eylemleri göz önündeyken. Yeniden biçimlendirilen eğitim sistemi ve onun temas ettiği bütün alanlar, eşyanın tabiatı gereği, ideolojik bir kurguyu temel alır. Buradan hareket edilirse, devlet ideolojisinin en sağlam taşıyıcısı olan hukukun öğretiminin düzenlenmesinin söz konusu biçimlendirme açısından iki kat önem taşıyacağı öngörülebilir.

Hal böyleyken, son günlerde hukuk öğrencilerini haklı bir telaşa düşüren avukatlık sınavı, hukuk öğretimi üzerine bir kez daha düşünmeye de vesile oldu. Sınav teklifi Adalet Bakanlığı tarafından iade edilmiş olsa da, hala üzerimizde dolaşan gölgesi, hukuk fakültelerinin durumunu analiz etmek için bir fırsat sayılabilir.

Değişimin Yönü

Marx, kapitalizmin eğitimle ilişkisini kurarken emek gücünün üretim maliyetini temel alır. Bir işin eğitim süresinin kısa olması, o işi yapacak işçinin maliyetini ve emeğinin değerini azaltır. Bu yasa, Avrupa’da sosyal devletin ilkeleriyle dengelendiği ve bu sayede kamusal eğitimin niteliğinin yükseltildiği bir tarihsel dönemin ardından hâkim olan neoliberal ekonomik tedbirlerle birlikte düşünüldüğünde daha iyi anlaşılacaktır. Söz konusu tedbirlerin yükseköğretime yansımasını belki de en belirgin olarak, bugün Bologna süreci olarak bildiğimiz yükseköğretim dönüşüm sürecinde gözlemleyebiliriz. 1999 yılından itibaren yayınlanan deklarasyonlar yoluyla bir ortak yükseköğretim alanı yaratma çabasına girişen Avrupa devletlerinin bu kararının Birliğin demosunu oluşturacak yurttaşları kültürel olarak merkezden biçimlendirme arzusundan kaynaklandığını düşünmek naiflik olurdu. Asıl neden elbette, 90ların ikinci yarısında toplanan ve eğitimi hizmetlerine almanın şartlarını tartışan Avrupa sanayicilerinin sistemik talepleriydi. Avrupa geleneğini yansıtan bir eğitim ağı, tüm dünyada anlaşılabilir ve yeknesak bir değerlendirme sistemi ve sistemin kalite güvencesinin sağlanması; öğrenci hareketliliğinin sağlanması, yaşam boyu öğrenme ve araştırmanın teşviki olarak özetlenebilecek hedeflerin hukuk fakültelerine pratik yansıması, ders programlarını denkleştirebilmek amacıyla ders sayısını azaltma ve dersleri küçük modüllere bölme şeklinde tezahür etti.

Özellikle öğrenci değişim programlarından faydalanmak amacıyla Bologna sistemine adapte olma hevesi, Türk üniversite hayatını ve dolayısıyla hukuk fakültelerini bir değişim sürecinin içine soktu. Sistemin kalite ölçümü açısından gereksinilen kantitatif düzenlemelere “Türk işi” uyum sağlamak gibi nispeten kolay yeniliklerin yanı sıra ders programlarının ve kürsülerin yeniden düzenlenmesini gerektiren bu süreç, hükümetin ideolojik hedefleriyle birleşerek söz gelimi Roma Hukuku kürsüsünü Türk Hukuk Tarihi ile birleştirme gibi “atak”lara yol açtı. Oysaki ülkemizde hukuk öğrencilerinin -beklenenin aksine- toplumsal gerçekliğe diğer sosyal bilimler alanlarındaki öğrencilerden daha uzak oluşunun, pozitif hukuk derslerinin siyasi ve tarihsel analizden uzak öğretiliyor olması ile aşikâr bir bağlantısı vardır. Hukuk öğretiminde eleştirellik, hukuk sisteminin işleyiş defoları ve hak ihlalleri ile sınırlı kaldığından ve kuramsal derslerde genellikle pratiğe değmeyen tartışmalar yürütüldüğünden halihazırda eksikli işleyen fakülteler açısından bu yeni süreç yaralayıcı olmuştur demek yanlış olmaz. Öte yandan YÖK, yeni sistemin aritmetiğini oluşturan 3+2 senelik hukuk eğitimine henüz hazır olmasa da müfredatın hafifletilip modülerleştirilmesiyle değerlendirme ve dolaşım için gereken denkliği sağlamış görünüyor.

Fakülte- Piyasa İlişkileri

Elbette, Bologna sürecinin görünen yüzünün yanı sıra, yapısal dönüşümleri tetikleyen bir mantığı da var. 1990’ların ortalarından bu yana harçlar, yemekhaneler, reklam panoları vs. ile peyderpey özelleştirilmeye çalışılan kamu üniversiteleri, daralttıkları öğretim programlarının açıklarını sertifika programları, yaz okulları ve benzeri ücretli ek eğitimler yoluyla “desteklenmesi” yoluna giderek kendilerine “kaynak” yaratıyorlar. Hukuk Fakültelerinin düzenlediği sempozyum ve kongrelerin giderek iş bağlantısı kurma vesilesi haline gelmesi, yukarıda sayılan ücretli programlara bu topraklara özgü bir ek sayılabilir.

Ölçülebilirliğin bir diğer yönü, küçük sistemler olarak düşünebileceğimiz hukuk fakültelerinin akademik kadrosuna ilişkindir. Fakültelerde üretilen “emek gücü”, Bologna’nın rekabet esaslı terminolojisi gereği “çıktı” olarak takip edilmeye başlanmış, bu çıktıyı üreten “akademik işçiler” ise neoliberal ilkeler uyarınca performans ölçütlerine tabi tutularak “ölçülebilirlik” ilkesine bağlanmıştır. Henüz sadece vakıf üniversitelerinde uygulanmaya başlanan performans kriterleri, sözleşmeli ve dolayısıyla güvencesiz çalışmayı beraberinde taşır. Böylece fakülte sistemi, piyasayı modelleyerek öğrenci açısından ideolojik belirlenim zeminini yaratır. Üstelik gerekli performans kriterlerini tutturabilme nicel çabası, akademik üretimin niteliğini doğal olarak düşüreceğinden bu üretimin öğretime sağladığı desteğinde yoksullaşması kaçınılmazdır.

Öte yandan hocalarının teşviki ve kendi gözlemlediği modeller sayesinde, hukukun kamusallığı algısını yitirip piyasaya yönelen öğrenci; artık kariyer perspektifini üniversitelerin kariyer merkezlerinin çizdiği sınırlar dâhilinde belirleyebilir. Yükseköğretimin tabana yayılması iddiasıyla arttırılan kontenjanlar, öğrenciyi birebir mücadele vermesi gereken bir rekabet ortamına atacak; aynı itkiyle, beslendiği ücretli programların sayısını arttırarak cv’sini zenginleştirme yoluna sevk edecektir. Bu yol, yükseköğretim piyasası jargonunda “fark yaratma” olarak anılır. Humboldt sisteminin “elitist” bulunan yaşam boyu öğrenim şiarı, kapitalizmin geldiği bu aşamada, görüldüğü üzere, doğrudan nakde tahvil edilmiştir.

Artık müşteri olarak da anabileceğimiz öğrencinin biçimlendirilmesi böylelikle piyasa tarafından öngörülebilir bir hal alır. Bu bağlamda, üretilen “standart” (sertifikasız, çıplak) emek gücündeki muazzam artışın hali hazırda deneyimlediğimiz, avukatların işçileşmesi süreciyle denk düşmesi şaşırtıcı sayılmamalıdır. Zira başta da değinildiği üzere sistem, eğitim süresini azaltarak emek gücünü niteliksizleştirme ve değersizleştirmeye dayalıdır. İşçi avukat piyasasını besleyecek olan da bu yeknesak ve nitelikleri belirli emek gücü olacaktır.

Sonuç

Geçtiğimiz sene yayınlanmasıyla çok sayıda tartışma başlığı açan YÖK Yasa Taslağı, gerekli Anayasa değişiklikleri akabinde kabul edilecek olursa; özel üniversitelerin, lisanslama ofislerinin, üniversite konseylerine sermayedarların girmesinin ve bunlarla paralel pek çok düzenlemenin önünü açarak neoliberal dönüşümü tamamlayacaktır. Bologna süreci öncesiz olmadığı gibi, yeni yasal düzenleme de öncesiz değildir ve yasal düzenlemelerin çoğu için gereken somut zemin, ideolojik açıdan belirlenmiş aktörleriyle beraber -zira hukuk eğitimi, rıza üretecek hukukçunun rızasını üretme mekanizması olarak iş görür- hazırdır.

Öte yandan kontenjan artışları nedeniyle sayısı gittikçe kabaran hukuk mezunlarının tamamının işçi avukat olarak dahi istihdamının mümkün olamayacağı bir doygunluk noktasına erişilmesi yakındır ve bu nedenle avukatlık sınavı vasıtasıyla mesleğe girişe bir baraj çekmek somut bir “zorunluluk” haline gelmiştir. Bu, elbette sistemik bozukluğun külfetini en zayıf halkaya, örneğimizde öğrenciye, ödetmek üzere tasarlanmış bir plandır ve beraberinde meslek icra etmeye ehil olmadığı sınavlar vasıtasıyla saptanmış bir hukuk mezunları güruhu ile bugün olmazsa yarın karşımıza çıkacaktır.


Yrd. Doç. Gökçe Çataloluk

 

adaletvesosyalizm

Hits: 1171