Yöneticiden utanç duymak

~ 28.11.2013, Nihat BEHRAM ~

Yöneticiden gurur duygusunu, yani gurur verici kişiler tarafından yönetiliyor olmanın mutluluğu ve onurunu, hamdolsun demokratik kitle örgütleri ve siyasi oluşumlarda değerli aydınlar ve önderlerimiz sayesinde; evimizde babamız, anamızla; kimi zaman yaşadığımız mahalle ya da kent belediyelerinde yurdunun ve halkının dostu yöneticiler sayesinde tattık. Fakat, ülkeyi yönetenlerden gurur duymak acaba nasıl bir şey, tatmak şahsen bana nasip olmadı; bu konu, yani bunun duygusu hakkında bilginin kırıntısına bile sahip değilim. Ama bu yaşıma dek, ülkemin yöneticilerinden utancın envai çeşidini yaşamış biri olarak, yine şahsen kendimi ‘ülkeyi yönetenlerden utanç duyma konusunda uzman’ sayabilirim.

Utancın bin değil, yüz binden fazla türü hakkında yaşanmış hikâyem var! Birini anlatıp geçeyim: 80’li yıllardı. İspanya’da ‘Uluslararası Antifaşist Yazar ve Aydınlar Kurultayı’na davetliydik. Ben ve Ataol zaten yurtdışında sürgünde olduğumuz için, geçip gittik. Aziz Nesin Türkiye’den gelecekti. Çıkışına izin verilmediği için gelemedi. Ataol kurultayda ‘Aziz Abi’nin gelemeyiş nedenini öyle güzel açıkladı ki, salonu dolduran birçok ülkeden aydınların alkışı tenimde ürpertiye dönüştü. Kurultay süresince, her ülkenin konsolosluğu kendi yurttaşı aydın ve sanatçılar için tanıtım davetleri düzenliyordu. Bir bizdik ‘öksüz’ olan. Ama nereye gitsek; çakır gözlü, sinsi bakışlı bir tip orada. Sürekli bizi süzüyor. Dayanamayıp çöktüm tepesine! “Bak” dedim, kurultay binasının giriş cephesindeki bayrakları gösterip, “O Türk bayrağı, sen buradasın diye değil, biz buradayız diye orada; senin gibi birinin insan kılığında yeryüzünde dolaşması insanlık adına utançtır, sen Türkiye’nin utancısın, senden utanıyorum!” dedim. Kem küm etti, cehennem oldu gitti. Belki gitmedi de, daha ‘uzman’ birine ‘görev’ devretti!
 
Nasuh Mahruki, 10 Kasım’da Mustafa Kemal Atatürk’e yazdığı mektubuna “Sana bu mektubu içim burkularak ve utanarak yazıyorum” diye başlamış. O duygu; insan kılıklı yaratıklardan tiksinmesinin, insanın can parçası yurdunun yaralarını sarınmasının, ürpermesinin en insani, en üst düzeyidir. Utanmasın da ne yapsın? Çünkü insan kılıklı bir yaratık değil, insan!
 
Gün yok ki, insan olmanın bilinciyle yaşayanların yüreğini sızlatacak, yönetici sıfatlı kişilerden tiksindirecek, utandıracak bir durum olmasın. Hangi birini sayacaksın? Ülkeyi temsil edenlerin daha doğmamış torunlarını bile siyaset malzemesi yapmalarını mı; türbanı, çarşafı ‘özgürlük’ diye sunmalarını mı; attıkları altı boş tafrayı mı, kırdıkları nahoş potları mı? Şimdi bir de ‘Yedirtmem!’ söylemidir aldı başını gidiyor! İnsanlar insanlık düşmanı bir işkenceciyi kanıtlarıyla belgeliyor, ülkeyi yönetenler ise “Polisimi yedirtmem!” diyor; demekle kalsa iyi, işkenceci terfi ediyor! Bir belediye başkanının hırsızlığı, sahtekârlığı belgeleriyle kanıtlanıyor; ha keza, o da ‘Yedirtmem’ kalkanına sahip! Şuna bak: adam büyük bir kentin Valisi! Halka ‘gavat’ diye küfrediyor, özürü kabahatinden kepaze.  RTE’nin tepkisi ise artık alışılmış, klasik tepki: “Valimi yedirtmem”…
 
Ülkeyi yönetenlerin bu ‘seviyesini’ okşayan ve hâlâ ona arka çıkanlar utansın, demiyorum. Çünkü, utanmak insanî bir duygudur. İnsan kılığında dolaşmak, insan olmaya ve de insanî duygular taşımaya yetmiyor!
 
İnsanın ülkesini yönetenlerden utanç duyması, ülkenin bağrında toplumsal bir yaradır. Üstelik o yara, o ülke için ölümcüldür! İçinde yurt sevgisi, toplumsal sorumluluk ve insan yüreği taşıyanların omuz omuza verip, bir ağızdan seslerini yükseltmesi; o yaranın iylieşmesi için tek çaredir.
 
--------------------------------------------------------------
George Orwell: “Sahtekârlığın evrensel düzeyde egemen olduğu dönemlerde, gerçeği söylemek devrimci bir görevdir.”

Nihat BEHRAM | Tüm Yazıları
Hits: 1903