Muhafazakarların 'Bağımsız Türkiye'si

~ 25.10.2013, Nuray MERT ~

Hakan Fidan meselesi ne Hakan Fidan’la, ne İsrail’in ona ve hükümete husumeti ile sınırlı bir mesele değil, takdir edersiniz ki daha büyük bir mesele. Konu, Türkiye’nin içinde bulunduğu Batı ittifak sisteminden savrulması kaygısı. Hükümet yanlısı çevrelerin, meseleyi Türkiye’nin ‘bağımsızlaşma’sına karşı bir hamle olarak görmesi anlaşılır bir şey. Demek ki, muhafazakarlar artık ‘bağımsız Türkiye’ siyaseti yürütmek istiyor. Bu noktada, en büyük sorun ‘bağımsızlaşma’dan neyi anlamamız gerektiği. Mevcut iktidarın insan hakları, demokratik özgürlükler gibi normlardan ‘bağımsızlaşmak’ istediği, bu açıdan bağımsızlıkçı olduğu bir sır değil. Ancak, geldiğimiz noktada söz konusu olan veya ima edilen, Türkiye’nin yarım asırdan fazla bir zamandır sıkı bir şekilde bağlı olduğu ‘Batı ittifak sistemi’nden bağımsızlaşma. İkinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında, dünya iki kampa ayrıldığında, Türkiye hızla ABD öncülüğünde ve o zaman ‘Hür Dünya’ denilen Batı sistemi içinde yer almış, NATO’ya üye olabilmek için Kore savaşına asker göndermişti. Bu süreç, mevcut iktidarın mirasına sahip çıktığı Demokrat Parti-Menderes döneminde olmuş idi, ancak partilerden bağımsız bir ‘milli politika’ haline geldi.

Türkiye, Soğuk Savaş dönemini koyu bir ABD müttefiki olarak geçirdi, bugünkü milliyetçi, muhafazakar, İslamcı, tüm sağ siyasetler ‘komünizme karşı’ ABD ve Batı siyasetlerinin baş müttefikleri idi. Soğuk Savaş dönemi sonrası da, bu siyasette önemli bir değişiklik olmadı, dahası yine mevcut iktidarın mirasçısı olmakla övündüğü Turgut Özal, ateşli bir ABD müttefiki olarak bölgesel maceralara girme hevesine bile kapılmıştı. Ardından, Türkiye’de ulusalcılık dediğimiz bir savrulma yaşandı, asker ‘Rusya’ya yanaşmaktan falan bahsetmeye başladı. Irak işgali öncesi Meclis’e gelen tezkere reddedilince Bush yönetimi, sonuçtan askerleri sorumlu tuttu, ‘ABD, AKP’ye değil, orduya kızgın’ diye mesaj yolladı.

Olabilir, bir siyasi çevre ve hatta bir ülke toptan, içinde bulunduğu ittifak sisteminin bir noktadan sonra, çıkarları ile ters düştüğüne karar verip, ilişkilerini gözden geçirmeye karar verebilir. Ancak, derin bir tarihi geçmişe dayanan ittifak ilişkilerini toptan değiştirmeye girişmek, devrim mahiyetinde bir iştir. Dahası, Türkiye öyle sıradan bir Batı müttefiki değil, bir NATO ülkesi, tüm savunma ve güvenlik sistemleri sıkı sıkıya bu ittifak sistemine bağlı ve dahası geride geçmişte yaşanan acı, tatlı ‘hatıralar’ var. Türkiye’nin istihbaratı müttefik ülkelerin istihbaratları ile eşgüdümlü çalışıyor(du). Bu ilişkiler ağını toptan değiştirmek güç iştir, işler iyice ayrışmaya giderse, diğer sorunlar bir yana, geçmişte birlikte yapılanlar önünüze çıkar, daha radikal bir adım atmak zorunda kalırsınız. Çin’den füze alımı da dahil, ‘bağımsızlaşma’ siyaseti tüm bunlar göze alınarak ve geleceği sağlama alınarak mı gündeme geliyor, yoksa sonu belirsiz bir maceraya mı girişiliyor anlamak zor.

Diğer taraftan, tüm bu gelişmelerin Batı’nın Ortadoğu ve özellikle Suriye’de siyaset değişimi karşısında ‘tepki’ olarak algılanması daha açıklayıcı. Malum, Türkiye’nin Suriye politikası, bir noktadan sonra Batılı müttefikleri ile ters düştü, dahası Türkiye ABD-İran yakınlaşmasından en çok zarar görecek ülkelerden biri. Gerçi, bu konuda siyaseten, İsrail gibi doğrudan açık tepki vermiyor, daha ziyade Suudi Arabistan ile benzer bir durumda. Evet, Batı ittifak sistemi içinde sorun yaşayan tek ülke ‘bağımsızlık’ sevdasına kapılan Türkiye değil, Suudi Arabistan da gelişmelerden son derece rahatsız ve ABD ile ilişkileri zora giriyor. O kadar ki, 1983’den başlayarak 22 yıl Suudi Arabistan’ın ABD Büyükelçiliğini yapan ve Bush ailesine yakınlığı nedeniyle adı ‘Bandar Bush’a çıkan Prens Bandar bin Sultan (sonradan Suudi İstihbarat Şefi oldu), bugünlerde ABD ile ilişkileri bozmakla suçlanıyor. Zira, Sultan da, Suriye’de muhalifleri silahlandırma işini üstlenmişti ve ABD’nin bu konuda siyaset değişimine fena halde bozulmuştu. O Bandar bin Sultan ki, Soğuk Savaş döneminde ABD’nin tüm kirli işlerinin baş adamı idi; kendisinin onayı alınarak yazılmış biyografisinde, Afganistan, Angola, Etyopya, Nikaragua ve Çad’da ne işler çevirdiği övgüyle anlatılıyor (William Simpson, The Prince, Harper Collins, 2006). Kısacası, Türkiye’nin ‘bağımsızlaşma’ adı altında soylulaştırmaya çalıştığı siyaset mecrası, iddia edilenden daha az soylu ve göründüğünden daha karışık bir arka plana sahip.

Son olarak, bir de şu hususu gözden kaçırmamak lazım, soylu bir yanlızlık veya bağımsızlık mücadelesine girdiyseniz sicilinizden emin olmanız lazım. Evet, Batı veya herhangi bir ittifaka ters düştüğünüzde kampanyalar da devreye girer, görmezden gelinenler görülür olur, siciliniz ortaya dökülür. Suriye politikasında öne çıkan Katar, bu sıkışmışlıktan yönetim değişikliğiyle çıktı. Bu arada, herkesin bildiği bir gerçek ortalara döküldü; Katar’da yabancı işçilerin köle koşullarında çalıştığı, bu konularda hak hukuk olmadığı bilinmez bir şey değildi, ama Eylül ayının son haftasında, dünya çapında bir skandala dönüştü. 2022’de yapılacak FIFA Dünya Kupası için yapılan inşaatlarda çalışan Nepalli işçilerin ölümü Katar’ın Kupa’ya ev sahipliğini tartışmaya açtı. Gerçi, yine Eylül sonunda, Dubai Şeyhi Muhammed Maktum’un ismi İngiltere’de at yarışlarında doping skandalı ile sarsıldı, ama bu olayın siyasi bir arka planı olup olmadığı konusunda fikir yürütmek şimdilik zor.

Sonuçta, sicil meselesi önemli, dostlarınızla aranız iyiyken görmezden gelinen, işler ters gidince görülür olur, ‘kampanya’ denilen şey böyle bir şeydir. Mesela, ‘Gezi’ gibi bir demokrasi ayıbınız olmasa kimse icat edemez, olsa olsa ama görmezden gelmek yerine görmek söz konusu olur. Türkiye’ye içinde bulunduğu ittifak sisteminden çeşitli biçimlerde mesaj gönderildiği doğrudur. Ama bu mesajlardan birinin de, (biz ona havuç diyelim) AB üyelik görüşmelerine geri dönülmesi olduğunu unutmayalım. 

Nuray MERT | Tüm Yazıları
Hits: 1451