Hukukun Krizi, Krizin Hukuku

~ 14.10.2013, Yeni Yaklaşımlar ~

Hukukun Krizi, Krizin Hukuku

Ali Murat Özdemir[1]

Buhranlı bir dönemin içerisindeyiz. Neye baksak, baktığımız şeyin krizini görüyoruz: Sağlığa bakınca sağlığınkini, sosyal güvenliğe bakınca onunkini. Hukuk da ayrıcalıklı değil, o da kendi krizini yaşıyor. Nedensellik anlayışımızı değiştirmedikten sonra nereye baksak onun krizini yazabiliriz. Dediğimizi biraz açabilmek için bu sıralarda oldukça popüler olan bir nesneden, gazdan hareketle bir örnek verelim. Malumunuz, gazlar ısıtılınca genişler. Hacim sabitken ısıtılan gazı oluşturan moleküllere bir haller olur, daha hızlı hareket ederler, daha çok çarpışırlar vs. Bu durumda tek tek moleküllerin hikâyesi yerine bütün bir sistemin hikâyesini ele almak bilim adamının akıl sağlığı için daha hayırlıdır. Okumakta olduğunuz kısa yazı kapsamında bir yandan hukuk molekülünün peşinde koşarken diğer yandan yapısal çözümlemenin kapılarını açık bırakmaya çalışacağız.

 

Ciddi bir kriz yaşıyoruz dedik, ezici çoğunluk katılır herhalde. Gelinen noktada krizin kendisi değil nedeni üzerindeki tartışmalar gündemi belirlemektedir. Krizin –artık bir şekilde- olması gereken kurallardan sapan, oyunu bozan kötü kimseler tarafından çıkarılan sosyal bir olay olduğu inancı hâkim açıklama tarzını biçimlendirmekte. Bu perspektiften bakıldığında, nasıl ki yoksulluk sistemin değil, kapitalistlerin değil ama o tembel fakirlerin eylemlerinin bir ürünüdür; kriz de krizden en çok etkilenenlerin abuk-subuk davranmalarıyla peydah olmuş sosyal bir sıkıntı halidir. Hâkim anlatıda krizin kazananları ve kaybedenleri karşılıklı ilişki içerisinde ele alınmaz. Bir organizmanın hücreleri olarak birlikte kaybederiz: “Türkiye kaybetti, kına yakınız!”

Hukukun Çöküşü, Cumhurun Parçalanması

Kriz, hukukun “kerameti kendinden menkul olma” halinin ortadan kalktığı bir safha ile başlar. “Kerameti kendinden menkul olma” halinin –artık nasıl oluyorsa öyle- yeniden tesisine kadar sürer. Yapı değişmedikçe münferit krizler bir şeylerin aşılması ile neticelenmez, ertelenme ile etkilerini bir süreliğine yitirirler. Tekrar edelim: Bugün hukukun kerameti kendinden menkul olma hali bütünüyle ortadan kalkmıştır.

Cumhuru parçalanmış olan ülke içerisinde tebarüz etmeye başlayan birden ziyade kesim, hukuk ihlallerini anlamlandırmak için gerekli ortak dili, somut olayları düzene sokan görece nesnel (bütün taraflar için kabul edilebilir veriler üreten) ortak haberleştirme pratiklerini ve toplumu bir arada tutan değerlerin ne olduğu sorusuna verilebilecek olası yanıtlar arasındaki harmoniyi bütünüyle kaybetmiştir. Devletin toplumsal bütünlüğü yeniden üretme işlevi daha önce olmadığı kadar zayıflamıştır.

Gezi olayları esnasında vuku bulan camiye sığınma olayını ele alalım. Çaresiz ve saldırıya uğrayan insanlar bu toplumun temel ibadet yerlerinden birisine sığınıyorlar. Gaz, cop ve benzeri şiddet araçlarıyla darmadağın olduklarından, camiye girip de şeytan ayini yapacak, fütursuzca sevişip, alkol alacak halleri yok. Peki, gaz yemeseler böyle bir şey yapmayı düşünebilirler miydi? Onlara yönelik acımasızlığı haklı göstermek isteyenler bunu dahi iddia edebilirlerdi. Ama gelin bu soruyu Anadolu tarihindeki diğer iftira örnekleriyle birlikte bir kenara bırakalım ve camiye sığınma olayına geri dönelim.

Bu haberin medyadaki temsiline bakıldığında (siyasi duruşlarını benimseniz de benimsemeseniz de) can havliyle camiye sığınan insanların hukuki durumlarını anlamlandırmak için ortak bir dil bulunamamıştır. Olayın unsurları –büyük ihtimalle yalancı ve haysiyetsiz olmayan- farklı muhabirler tarafından taban tabana zıt olarak aktarılmıştır. Yorumlardaki mutat farklılıklardan bahsetmiyoruz. Hani “fili anlat” derler, birisi kulağını birisi kuyruğunu vs. ilginç bulur öyle anlatır. Kastettiğimiz şey bu değil. “Fili anlat” komutu karşısında birisi “ne fili” diye soruyor, diğeri “o bir maymun” diyor, öyle işte! Muhabir bir dolu şey duymakta bu duyduklarından “gönlüne” en uygun olanları çekmektedir. Ancak sorun bir gönül sorunu değildir. Temelinde sınıfsal çelişkilerin ertelenmesini sağlayan mekanizmalarının çalışamaz hale gelmesi olgusu bulunan bu seçim bireysel mülahazaya dayanmaz. Söz konusu seçme/keşfetme edimi, ortak ihlalleri saptamak, çözümü tartışmak ve bir şekilde zararları tazmin edip gönülleri yatıştırmak için gerekli eylem imkânlarını ortadan kaldıran yapısal dönüşümün parçasıdır.

Ortak Anlamın Kaybı

Gezi Parkı olayları bir istisna teşkil etmez. Gezi hacim sabitken ısıtılan gaz örneğinde bahsettiğimiz moleküllerden sadece birisidir. Gezi Parkı olayları üzerinden yapılan genellemeler, Van depremi, Ergenekon davası, sürmekte olan Mısır Devrimi’nin ülkemizdeki yankıları ve sair toplumsal olay öbekleri için de kullanılabilecek durumdadır. Bu nedenle parçalanmış cumhurumuzun ve onu artık yeniden üretemeyen sosyal/hukuki pratiklerimizin başına neler gelmiş/gelebilir onu düşünmeye cami olayı üzerinden devam edelim.

 

Bu olayı anlamlandıranların seçtikleri/keşfettikleri kavram ve cümleler bir birine taban tabana zıttı. Dramı yaşayanlar kimilerine göre demokratik haklarını barışçıl şekilde ifade eden kimselerken kimilerine göre kesif şiddet altında bile toplumun değerlerine hakaret etmeye çalışan tuhaf (benzersiz) kimselerdi. Hukuk toplumsal düzenleme işlevini hiçbir zaman tek başına yerine getiremez. Birilerinin en azından somut olarak ortaya çıkmış olanı olabildiğince nesnel bir şekilde ifade edebilmesi gerekir. Gelinen noktada hukuk ihlallerini ölçülebilir hale getirmek için gerekli ortak anlamları üretme kapasitemizi (ortak anlam dilini) kaybettiğimiz anlaşılıyor. Bu durum tek başına vahimdir. Devamı da var.

Kendi Altını Oyan “Medeniyet”

Yarı-çevresel kapitalist bir toplumsal formasyon içerisinde nefes alıyoruz. Anılan nedenle ortak dilin oluşumunda somut olayları düzene sokan görece nesnel (bütün taraflar için kabul edilebilir veriler üreten) ortak haberleştirme pratiklerinin kapitalist toplumsallığın yeniden üretimindeki esaslı önemini kavramamız gerekir. Efendisine iyi görünmek maksadıyla yalan/vicdansız haber yapanlar (isteyen bunu “kendi pozisyonu içerisinden ‘makul olan’ yorumları üretenler” diye okusun), düşman oldukları kimseleri değil, kendilerinin de içinde bulunduğu toplumsallığı tarumar etmektedirler aslında. “Tahmin edilebilirlik” ve “ölçülebilirlik” gibi temel yatırım ölçütleri ve “hukuk önünde eşitlik”, “hukukun üstünlüğü” gibi temel iktisadi ve hukuki işlem koşulları ortadan kalkmaya yüz tuttuğunda, kapitalist üretim ilişkilerinin genişletilmiş yeniden üretimi, başka bir deyişle sermaye birikiminin koşulları tehlikeye girecektir. İlgili ülkede mukim üretken sermaye için felaketten bahsediyoruz. Ancak ekonominiz büyük ölçüde finans kapitalin egemenliği altında geçmişte üretilmiş artı değerin paylaşılması işiyle uğraşan kapitalistlerin ellerinde ise bu durum sermaye kesimi için çok büyük bir sıkıntı teşkil etmeyebilir ancak o da bir yere kadar.

 

Ortak haberleşme pratiklerindeki dönüşüm ve buna bağlı olarak ortak anlamlar üretme kapasitemizdeki düşüş kişilerin bilinçli/kusurlu davranışlarının neticesi olmaktan ziyade nesnel üretim ilişkilerinin yapısındaki dönüşümün ürünleridir. Dönüşümün bu aşamasında toplumu bir arada tutan değerlerin ne olduğu sorusuna verilebilecek olası yanıtlar harmonisindeki tükenmişlik de elle tutulur/görünür hale gelir.

 

Kendisi verili olmayan bir şeydir toplumsallık. İnsan toplumları organizmaya benzemez. Bir ineğin ömrü dolmadıkça, birisi yatırıp onu kesmedikçe, ertesi sabah yeniden bütün olarak karşınıza çıkacağını söyleyebilirsiniz. Toplumlar böyle değildir. Onların bütünlüğü, bu bütünlüğün yeniden üretilmesine bağlıdır. Bir toplumu oluşturan insanların geleceği nasıl birlikte üretecekleri sorusuna yanıt verebilmeleri gerekir, hem de her gün, yeniden ve yeniden.

 

Anılan bu “yanıt üretme zorunluluğu” sınıf çatışmaları içerisinden devleti ve toplumu yatay olarak kesen öznesiz bir düzenleme faaliyetinin ürünü olarak karşımıza çıkar. Yanıtın üretilmesi sürecinde devlet iktidarının kullanımı tek başına yeterli olmamakla beraber elzemdir. Devletin toplumsal bütünlüğü sağlama işlevi bu kapsamda değerlendirilmelidir.

 

Günümüz Türkiye’sinde (yargının dâhil olduğu) hukuk sistemi verili bir uzam ve zamanda sermaye ilişkisinin yeniden üretimi için elzem olan ancak salt bu ilişkinin gerekliliklerine göre biçimlenmeyen toplumsal bütünlüğün sağlanması işlevini yitirmek üzeredir. Yaşadıklarımız hukuk sisteminde bir dönüşümden ziyade çöküş ve dağılmanın habercisi gibi durmakta, hukuk ideolojisinin kesif krizi kapsamında anlam kazanmaktadır.

 Liberalizmin Meşruiyet Krizi

Unutmayalım, sınıf mücadelesi içerisinden şekillenen ortak haberleştirme pratikleri ve ortak anlamlar üretme kapasitesi olmaksızın hukuksal karar üretimi meşru sonuçlar doğurmaz. Ortak bir cumhurun, yaşamı belirli sınırlar dâhilinde birlikte üretme iradesinin yokluğunda, her karar yeni bir çekişme ve hayal kırıklığı kaynağıdır. Sorun yargıçların tarafsızlığı gibi basit bir başlık altında ele alınamaz. Aynı şekilde hukuk eğitiminin yetersizliği, yargıçların cahilliği meselesi de değildir. Daha ileri gidelim: “Ah şu insan haklarına saygı bir sağlansa” ya da “ikiyüz yıldır hep ucundan görüp de bir türlü kavuşamadığımız demokrasiyi bir tesis etsek” gibi ifadelerde açığa çıkan liberal dünya görüşünün sınırları içerisinden anlam, açıklama ve dahi çözüm üretilemez.

Günümüz Türkiye’sinin kapitalizmin toplumsallığı parçalama eğilimleri karşısına koyacağı bir şey kalmamış gibi gözükmektedir. Bu yeni teşebbüsler olmayacağı anlamına gelmez. Ancak yeni teşebbüslerin, cumhuru tükenmiş cumhuriyetin yurttaşlarına, onları kısıtlayan düzenlemelerin yine kendileri tarafından, kendi kolektif varlıklarını ve geleceklerini koruyup geliştirecek şekilde yapıldığını izah edebileceği –en zarif ifadesiyle- şüphelidir. Yeni teşebbüslerin, usul ve içeriği AKP döneminde biçimlenmiş eskisinin karşısına, eskisinin yöntemleriyle, eskisi kadar eksik, yeni şeyler (örgütleyici ilkeler) sunma ihtimalleri ağır basmaktadır.

 

Rodos orada…

a- hadi atla!

b- biz neredeyiz?

c- biz burada, bakışır dururuz.

ç- komşumuz olan bu toprakları iyi analiz etmeliyiz.

d- gitmesek de görmesek de bizimdir.

e- çaresizce şeriatın yeniden tesisini beklemektedir.

f- kıyıları hala aynı dalgalarla dövülmekte…

g- burnumuzun dibinde Avrupa Birliğinin/demokrasinin nimetlerinden yararlanmakta

Hangisini seçerdiniz?

 

 


[1] Hacettepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Elemanı

Hits: 4917