Kemal Okuyan: Gezi ruhu öldü mü?

~ 13.10.2013, Yeni Yaklaşımlar ~

Haziran’dan Eylül’e geçişte hiçbir şey olmadı değil. Ama ne bir kısım solcunun arzu ettiği kendini tekrar eden militanlık ne de hükümetin istediği kontrolsüz tepkiler üretti halk. İnsanlar eylem değil, çıkış yolu arıyor; o çıkış yolunu açtığı oranda her şeyi yapma iradesiyle...

Haftaya Bakış - Kemal Okuyan

Gezi ruhu öldü mü?
Halk zekice davranmaya devam ediyor

Gezi ruhu ölmez. Ancak “Haziran Dire-nişi’nin kendisini Eylül ayında tekrar edeceği beklentisi gerçekçi değildi” diyerek de işin içinden çıkılamaz. Sonbaharla birlikte toplumda yeni bir hareketlenmenin ortaya çıkacağı düşüncesi, hükümet dahil hemen herkesin ortak paydasıydı. Kimin beklentisi ne kadar karşılandı, kim hayal kırıklığına uğradı konusunu bir kenara koyup, Haziran’dan bugüne yaşananları sağlıklı bir biçimde değerlendirmek zorundayız.

Konunun şu ana kadar fazla üzerinde durulmayan bir boyutuna odaklanmanın ve Haziran-Eylül bağlantısını oradan kurmanın tam zamanı sanırım.
Haziran Direnişi, “sol siyaset” ile geniş yığınlar arasındaki etkileşim açısından eşsiz bir deney. Milyonlarca kişi parlamentodaki sistem partisinden, adını ilk kez duydukları ve başka zaman uzak durmayı tercih edecekleri kimi gruplara varıncaya kadar, siyasal örgütlerle teklifsiz ilişkiye girdi, girmeyi göze aldı.

Bu konuyu farklı yaş kuşaklarından ve farklı toplumsal kesimlerden insanlarla konuşma fırsatım oldu. Bırakın “sert” bir eylemi, hayatında yasal mitinge dahi gitmemiş varlıklı aileden bir gencin 29 Mayıs akşamı kendisini sol bir partinin bayrağı altına neden attığını, o partinin yandaşlarına sonsuz bir güven duyarak saatlerce neden direndiğini anlamaya çalıştım. Yine bir şirkette iyi ücret karşılığı danışmanlık yaparken birkaç gününü küçük bir otonom grupla geçiren, onlarla çadırını paylaşan orta yaşlı birinin hangi saiklerle hareket ettiği sorusuna ya da 1993’te, Sivas Katliamı’nda “bu ülke bitti gayri” diyen ve bütün doğru bildiklerinden vazgeçen Alevi emekçisine 1 Haziran günü “ben geldim, partinize üye olmak istiyorum” dedirtenin ne olduğuna yanıt aradım.

Her örnek için geçerli bir yanıt bulamayız belki ama şu sonuca ulaşabiliriz: Haziran’da halk büyük bir öfkeyle ve kendiliğinden sokağa döküldüğünde, kendisine güç, cesaret ve akıl veren her şeye kendini açtı.

Siyaset kuramı açısından kendiliğinden hareketlerle örgütlülük arasındaki ilişki de böyle tarif edilir ama soyut önermelerle, derin anlamlar yüklenmiş kavramlarla… Halkımızsa, ilişkiyi son derece sade bir biçimde kurdu.

Sonra sorun çıktı. Halk “hükümet istifa” derken, örneğin ana muhalefet partisi, böyle bir talebin bile arkasında durmak istemedi. “Zaten ne beklenirdi” türünden yargıları bir kenara bırakalım. Arayış içinde olan, çare bulmak isteyen geniş bir kesim için ne kadar büyük bir hayal kırıklığı…
Toplasanız değişik kulvarlardan 50-60 tane siyasi oluşum içindedir Haziran Direnişi’nin ve bunlardan en fazla 5-6 tanesi açıkça, benimseyerek sahip çıkmıştır milyonların “hükümet istifa” sloganına; çok sıradan gözüken ama her şeyi özetleyen o talebe…

Örgütlü sol, barikatta, eylem düzenlerken halka güven vermiş olabilir ama halk 29 Mayıs günü barikat deneyi yaşamak için sokağa inmedi ki! Kızdığı için, öfkelendiği için, “yeter” demek için ve çözüm bulurum umuduyla harekete geçti.

Duygudaşlık olduğu sürece, hiçbir şeyden çekinmedi, örgütlü kesimlerden uzak durmadı, tersine arayışına hitap ettiği ölçüde daha önce hiç bulaşmadığı kadar bulaştı “siyaset”e… Bu anlamda, daha ilk günden ortaya çıkan ve hatta kampanyaya dönüşen “siyasi örgütler dışarı” sesleri ile kitlenin genel ruh hali arasında bir bağ yoktu. “Siyasi partiler, örgütler dışarı” halk hareketinin namusunu korumak için haklı nedenlerle dillendirilmiş olsa bile, yine “dışsal”dı ve gerçek fotoğrafa dayanmıyordu. Dediğim gibi halk güç, cesaret, akıl verdiği sürece ve kendisini yabancılaştırmadığı ölçüde “siyaset”le birlikte yürümek istiyordu.

Kısa süre içinde halk hareketi kendi gücünü kavradı, kendisine güç verenin asli olarak kitleselliği olduğunu gördü. Cesaret ve deney için de fazla zaman gerekmedi. Özetle, örgütlülüğün göreli avantajlarından bir bölümü önem yitirmeye başladı.

Ancak tarihsel bir yaratıcı zekayı dışavuran hareket aradığı aklı -ki bu siyasi akıldır- ne kendinde ne de örgütlü siyasette bulabildi. Bu doğrultudaki çabalar, döneme damga vuracak etkiye ulaşmadı.

Dolayısıyla halk, Haziran-Eylül bağlantısını cesaret ve güç gösterisinden ibaret bir devinim içine girerek kurmayı reddetti. Öte yandan, boyun eğmeyeceğini çeşitli vesilerle gösterdi, göstermeye devam ediyor. Bir gün tribünde, bir gün mahallede, bir gün üniversite, bir gün yurt bahçesinde… Siyasi akıl daha etkili bir biçimde devreye girinceye kadar, bu böyle devam edecektir.

Duygudaşlık yitirildi...
Haziran ayında milyonlarca kişi, gerekiyorsa mevcut siyasi-ideolojik tercihlerinde değişiklik yapmak da dahil, birçok şeyi göze alarak, hareketlendi. Öfke vardı, öfkenin de çok açık nedenleri… Halk dinselleşmeye, yaşam tarzına ve ortak yaşam alanlarına müdahaleye karşı özgürlükçü, aydınlanmacı bir tepki veriyordu. Ve bu tepki, ekonomik unsurlar da içeren “gelecek kaygısı”nı kapsıyordu.

Meclis’teki iki parti, CHP ve BDP, en azından yönetimleri, bu tepkiyi paylaşmadı, paylaşamadı. “Yeni CHP” bir normalleşme peşindeydi, meşruiyet krizi yaşansın istemiyordu, halk ise tam da buna işaret ediyordu: AKP meşru değildir! Kaldı ki, Kılıçdaroğlu, Haziran halkının çok önemsediği “laiklik” ile ilgili başlıklarda düşük profil sergilemeye özen gösteriyordu. BDP ise “AKP karşıtlığı” ile Ergenekonculuk arasında kurduğu ilişkinin etkisinden bir türlü kurtulamıyordu. BDP, bu şiddette bir hükümet karşıtlığından doğal olarak rahatsızlık duydu. Türkiye’deki dinselleşme süreci ise bırakın BDP’yi, solun birçok kesimi tarafından “demokrasinin icabı”, “halkın değerlerine saygı” gerekçeleriyle kanıksanmıştı.

Halk parlamentodaki muhalefeti fersah fersah aşmıştı ama ortaya çıkan boşluk doldurulamadı ya da kısmen dolduruldu. Sonuçta toplam olarak örgütlü siyaset ile halk arasında duygudaşlık da zedelendi. Bir de bunun üzerine, siyasal akıl arayışındaki insanlar örgütlülükle akıl arasındaki bağı zedeleyen örneklerle karşılaşınca, kendini tüketecek bir devinimden uzak durmaya karar verdiler. Avuntu olsun diye söylemiyorum, bu kesinlikle daha iyi…

AKP ne yapıyor?
Kamuda türbanı serbest bırakan AKP. İnsanların kılığına kıyafetine müdahale eden AKP. Polise yeni yetki ve silah veren AKP. Yargıda balyozunu eksik etmeyen AKP. Anketlerde açık ara birinci çıkan AKP...

“Bunlarla baş edemeyeceğiz galiba” hissi yaratmak istedikleri açık. Bir tür sindirme, caydırma, korkutma operasyonu. Ancak bundan ibaret değil, daha doğrusu temel olarak bu değil!

Gazetemiz yazarı Metin Çulhaoğlu’nun bu hafta haklı olarak altını çizdiği gibi, AKP kendi tabanını konsolide etmeye çalışıyor. Bir daha benzer bir toplumsal kalkışmaya titrek, özgüvenini yitirmiş bir kitleyle girmek istemiyor. Dahası, Haziran’ın kendi tabanında yarattığı ağır tahribatı gidermeye çabalıyor.

AKP’nin tabanında ne var? AKP’nin tabanında muhafazakar bir kitle var, bu muhafazakar kitleyi siyasi ve ideolojik olarak sürükleyense, etkili ama oran olarak sınırlı radikal İslamcı bir kesim. Onlara moral, inanç ve ufuk aşılama derdinde Erdoğan. Polisi de artık AKP tabanı olarak sayabiliriz, AKP tabanının en militan unsuru!

Burada Cemaat’e değinmemek olmaz. AKP’nin tabanı ile Cemaat ve Cemaat’in etkilediği kesimler arasında kesin bir ayrım yapamayız. Bunları tek tek kişi bazında ayrıştırmak da olmaz. Cemaat’e yakın olan, Cemaat’in içinde olan biri, sırf öyle karar alındı diye, Erdoğan’ı desteklemekten vazgeçmeyebilir örneğin.

Dolayısıyla, Erdoğan’ın konsolidasyon girişimleri Cemaat’in tabanını, hatta kadrolarını da kapsıyor. Güç siyasetine yatkın siyasal İslam için, “muktedir” bir Erdoğan’a sırt çevirmek kolay değil. Bu anlamda Erdoğan, Gezi olayları sırasında gittiği Fas’tan dönüşte fark ettiği ya da kendisine fısıldanan bir gerçeği bilerek hareket ediyor: En küçük bir tereddüt gösterirsen, anında bitersin.

Aynı anda herkesle kavga etme cüretini gösteren ya da bu görüntüye oynayan bir AKP ile karşı karşıyayız. Bu yeni bir saldırı olarak değil, çok etkili bir “savunma” olarak görülmeli. AKP’nin ya da Erdoğan’ın teorik olarak bittiği gerçeği ortadadır ve şu anda Erdoğan bu teorik gerçeğe karşı kendisini savunuyor.

Son olarak, yeri geldiği için söylenmesi gereken bir şey var. Halkın hükümet cephesinin estirdiği terör nedeniyle korkmaya başladığı için sokakları terk ettiğini ileri sürenler, insanların Haziran Direnişi’nde hangi saiklerle hareket ettiğini hiç kavramayanlardır. Geniş kitleler söz konusu olduğunda, korku-cesaret gibi duyguları bireylere ait mekanizmalarla açıklamak çoğu kez yanıltıcıdır. Halk, bir özne değil, karmaşık ve çelişkiler barındıran bir organizmadır. Ona bir şeyler yakıştırırken, eğilimleri, ortalamayı ve baskın olanı hesaba katmak zorundayız. Böyle baktığımızda korkan değil, fırsat arayan ve düşünen bir halktan söz etmek daha doğru olacaktır.

Erdoğan’ı çizdiler -------------------------------------
Tayyip Erdoğan, “madem beni kutuplaştırıcı buluyorsunuz, ben bu ülkeyi öyle gererim ki, benim dışımda kimse düzen sağlayamaz” demiş oluyor, sermayeye ve ABD yönetimine. Kendi açısından tek çare bu. Ancak her gün yeni bulgular, duyumlar geliyor emperyalist cephenin Erdoğan’la işinin bittiğine dair… Yakında daha açık sinyaller gelmesi beklenir, çünkü halkın öfkesinin kendilerini de çizmesini engellemek için emperyalist merkezler Erdoğan’la mesafeyi biraz daha açmak durumunda. Ayrıca Erdoğan’ın çevresinde bir çözülme başlatmak için de gerekiyor mesafeli duruş.
Zaten Abdullah Gül, Mustafa Sarıgül gibi isimler etrafında dönen tartışmaların uluslararası alandaki arayışın ürünü olduğunu da herkes biliyor.
Ancak bir sorun var. Erdoğan, hem iç hem de dış politikada tarihsel bir hamleye imza attı ve çok büyük bir enerji ortaya çıkardı. Erdoğan’ı çizmeleri kolay, hatta bana göre basit bir işlem ama sonrası karışık. Tayyip Erdoğan’ın kendisini çok özel biri olarak görmeye başlamasının nedeni de bu. Tarihsel bir dönüşüm sırasında kendi kişisel özellikleri nedeniyle de, arkasındaki sınıfsal güç nedeniyle de cepheye, öne hep Erdoğan sürüldü.
ABD ve sermaye sınıfı bu tarihsel dönüşümden vazgeçmek istemiyor ki! Onun bazı unsurlarından kurtulmak istiyor.

Erdoğan’ın avantajı bu. Ve garip bir biçimde halkın, solun da avantajı bu!

Yumuşak geçiş sorunu var burjuvazimizin ve emperyalistlerin. Bu nedenle Haziran halkının kolay kolay dolmuşa binmemesine, enerjisini boşa harcamak istememesine sevinmek gerek.

Hits: 1118