'Yeni demokrasi'nin iflası

~ 16.09.2013, Yeni Yaklaşımlar ~
2002'den itibaren, darbe koalisyonu çatladı ve koalisyonun iki unsuru, darbenin askeri unsurunu darbecilikle suçlamayı tercih ett.

Balyoz davası, tıpkı Ergenekon davası gibi, Türkiye ’nin yeni siyasal alanının inşa edildiği temel duraklardan başlıcasını temsil ediyor. Bu davalar, bir yandan geçmişin özellikle orduya yüklenen hukuk dışı şiddet geleneğinin hesabının sorulduğu iddiasını, diğer yandan da devletin ilk kez hukuk alanına ve hukuk yoluyla taşındığı iddialarını güçlü ve karşı konulması zor bir politik savunuya dönüştürüyor. İşte şimdi bütün bu iddiaların ne kadar dayanıklı tezler olduğunu anlayabileceğimiz bir politik ve yargısal evrede bulunuyoruz. Balyoz, Yargıtay evresine gelmiş durumda ve artık daha ciddi bir tartışma yapabilecek haldeyiz. Şu halde meseleyi demokrasi ve hukuk tartışmasının gündemi yapmak üzere önce davanın zihinsel altyapısından başlayalım. Sonra da Yargıtay evresine kadar uzanıp nereye gittiğimize karar verelim.

Asker ve darbecilik

Davanın temel perspektifi, şu yaygın anlayışa dayanıyor: Darbenin askeri ve askere ait bir “siyaset” olduğuna dair şaşırtıcı bir politik söylem, her yeri kapladı. Üniformalılarla mücadelenin darbeciliğe karşı mücadele etmek olduğuna dair politik yaklaşım da bunun bir ürünü. Hukuk ve demokrasiye doğru ilerlediğimiz iddiasının beslendiği temel nokta da burası. Bu yaklaşım darbe ve darbecilerle hesaplaşmanın çap ve derinliğine o derece etki ediyor ki, askeri-militarist zihniyet hem de üniformalı askerlerle hesaplaşarak yeniden devreye sokulurken demokrasiye doğru ilerlediğimiz savunusu -hiçbir huzursuzluk duymaksızın- ileri sürülebiliyor. Bu çarpık ve “darbecilerin darbe karşıtlığı” olarak nitelenebilecek durum, artık gülünç oluyor.
Davanın bu perspektifi sorunlu. Çünkü bütün darbeler bir koalisyonla beraber gelir. Genellikle ABD desteklidir ve 71 ve 80’de tecrübe edildiği üzere sağ ve orta sağın geniş bir kitle bloku ile beslenen bir meşruiyet alanı yaratılır. Orta sınıf laiklerin bu noktadaki kitle tabanı daha dar ve zayıftır. Asker ise bu koalisyonun sadece bir parçası olarak iş görür. Türkiye’de 2002’den itibaren darbe koalisyonu çatladı ve koalisyonun iki unsuru birdenbire darbenin askeri olan unsurunu darbecilikle suçlama yolunu tercih etti. Böylece kendilerine hukuk devleti ve demokrasinin yolunu açmaya başladılar. İttifak unsurlarını tamamen kaybeden bazı askeri unsurlar, kendilerine çeşitli siyasal yollar aramaya koyuldular ve ellerinde en son Cumhuriyet mitinglerine kadar uzanacak dar bir siyasal grup ile kalakaldılar. Yaptıkları birkaç hazırlık hareketi, kısa sürede darmadağın oldu ve birer birer ittifaktan çekildiler. Darbenin asıl ittifak unsurlarını daha önceden kaybetmişlerdi çünkü. Başka deyişle ortada açıkça TCK 316/2. maddesi anlamında darbe unsurlarının darbeden çekilmesi ile karşı karşıyaydık. Buna karşılık çok garip bir biçimde hukuk ve yargı devreye sokularak darbecilere karşı mücadele verilmeye başlandı. Oysa yapılması gereken şey, tüm dünyada genel bir eğilime dönüşen “askeri iş”, “sivil iş” ayrımının askeri işler lehine büyümesine karşı siyasal zihniyeti dönüştürecek bir girişim olmalıydı. Bu davanın siyasal ve hukuksal meşruiyetini en baştan şüpheli hale getiren şey de tam bu siyasal eksiklikti.

Balyoz davasının örgüsü

Davanın hukuksal altyapısı ise aynı zihinsel çarpıklığı taşıyordu. Balyoz davası incelendiğinde hiçbir ciddi hukuksal dayanıklılığa sahip olmadığı kolaylıkla görülecektir. Derneğimiz Başkan Yardımcısı Faruk Özsu, bu davadaki usul ve delil tartışmalarını anlamsız ve gereksiz buluyor. Şöyle özetleyeyim. Ona göre, Balyoz kararı, bu dünyada hiçbir hukukçunun aklına gelmeyecek bir “teşebbüs” yorumuna dayanıyor. Buna göre Çetin Doğan’ın “tekleyen kalbi” nedeniyle darbe teşebbüs aşamasında kalmıştır ve suç tamamlanmıştır. Hakikaten de bu gerçek bir hukuksal “buluş” ve modern ceza hukukunun 18. yüzyıldan bu yana oluşan temel bilgilerini ortaçağın ceza pratiği ile zenginleştiren bir derinlik getiriyor! Davanın diğer hukuksal sorunlarını tartışmayı gereksiz kılan en temel nokta burası. Çünkü bu bahiste Balyoz davası bizzat kararın kendi argümanları ile çöküveriyor.
İddianame, dava ve kararın iç tutarsızlıkları aslında sayılamayacak kadar çok. Fakat, uzatmamak için simgesel bir örnekle yetineyim: Seminerde görev alan ve hatta sunum yapanlardan bazıları davaya nedense hiç dahil edilmiyor. Ama seminerden ancak 2010’da haberi olan Hüseyin Topuz, seminere katılmadığı, görev almadığı ve sadece ek listede ismi geçtiği için davaya dahil ediliyor ve iki yıla yakın bir süredir tutuklu. Aylardır, “Adalet istiyorum” çığlığı ise kimse tarafından duyulmuyor.

Balyoz davasının bir günü

Şimdi gelelim bir de Yargıtay safhasına. Öncelikle 2010 sonrası getirilen yasa ile Yargıtay, bir “mahkeme” özelliğini tamamen kaybetti ve bir idari kurum olarak yeniden inşa edildi. Bu kanuna göre, Yargıtay daireleri ve heyetler istenildiği şekilde örgütleniyor, bir mahkemenin gerektirdiği önceden belirlenebilirlik özelliğini tamamen kaybediyor. Balyoz davasının temyiz duruşması öncelikle böyle bir idari örgütlenme yapısı nedeniyle doğal hakim ilkesine tamamen aykırı.
Bir de günlük duruşma sürecine şöyle bir bakalım. Bu anlattıklarım 25.07.2013 gününün öğleden sonrasına ait notlar: Duruşmanın bir “duruşma” olabileceğine dair tek görüntü Başkan’ın savunma avukatlarının sözlerini takip ettiğine dair ısrarlı duruşudur. Bunun dışındaki üyelerin duruşma salonu ve avukatlar ile bağlantısı düşünülebilecek en minimum bir seviyede bile olmadı. Üyelerden birisi, birkaç dakikalık aralarla şunları yapıyordu: Liste inceleme, bilgisayara bakma, seyircilere bakma, su içme (yaklaşık 50 defa bardağa uzandı ve birer yudum aldı. İzleyici, üyenin susadığını mı yoksa bunun bir spor aktivitesi mi olduğu konusunda kafa yormadan geçemiyor gerçekten de), yan tarafa bakma, not alma, önüne bakma, mouse ile oynama vs. vs. Süreç bittiğinde yeni baştan başlıyor ve aynı ritmi yeniden takip ediyordu. Aynı üyenin tüm bu süreler boyunca bir defa bile farklı bir şey yapmaması hareketlerinin -serbest stil değil- grekoromen duruşma hareketleri olduğu hissini uyandırıyordu. Üyelerden birisi üç saat süren duruşmada sadece üç defa başını kaldırdı. Birinde 6 dakika, birinde 3 dakika ve üçüncüsünde ise 1 dakika sadece karşısındakilere baktı. 2 saat 50 dakika boyunca sadece önüne baktı. Savunmanın kroki ve şema gösterdiği anda dahi başını çevirip bir kez bile bakmadı. Üyelerden birisi duruşmanın büyük kısmında uykulu haldeyken son 20 dakika içinde tam uyku haline geçti (Aynı kişi 29.07.2013 tarihli oturumda ise bir kulağı tamamen sarılı olarak duruşmaya çıktı. Kimse onun duruşma yapma yeterliliğini sorgulamadı. Aynı gün bu kez 10 dakika tam uyku haline geçti). En trajikomik olanı ise ne Başkan ne de üyeler bir duruşmanın en temel pratiği olduğu üzere nedense bir tek soru dahi sormadılar. İrdeleme, sorgulama, merak vs. gibi temel duruşma kültürüne dair tek bir eylemin dahi olmadığı bir “duruşma”dan söz ediyoruz. Duruşma kültürünün, duruşma dinamizminin olmadığı bir “duruşma”. İşte yeni iktidarın yeni yargısının ürettiği hukuk kültürü budur maalesef!

Yeni yargının iflası

Şu yukarıdaki süreçler göz önüne alındığında siyasal alanın yargı yoluyla dönüştürülmesine dönük “Türk tipi Hukuk Devleti” projesi artık iflas etti. Zihinsel altyapısı, kurgusu çarpık. Usul işlem ve pratikleri hukuk kültürünü tamamen dışlıyor. İflas o kadar büyük ki bundan sonra gerçek bir adalet ve demokrasi üzerine konuşmalar yapmaktan kaçınmak mümkün olamayacak. Artık Balyoz’da da adalet aramaktan başka çaremiz yok!
* Yargıç, Demokrat Yargı Eşbaşkanı

 

Radikal/ Orhan Gazi Ertekin

 

Hits: 981