Adalet nedir?

~ 15.03.2013, Burhan SÖNMEZ ~

Osmanlılar, Farsça Sürh-ser yani Kızılbaş dedikleri topluluklara ve kavimlere hem kılıcın azameti hem de sözün hiddetiyle yönelirdi.

Kanuni, bir şiirinde şöyle ünlemişti:

 

“Pây-mâl eyleyelim kişverini sürh-serin

 

Gözine sürme diyu dûd-i siyahî çekelüm.”

Öğretmen sorar: Şair burada ne demek istemiştir?

Öğrenci cevap verir: Şair, Kızılbaşlar’ın yurdunu ayaklar altına alalım ve gözüne sürme diye kara duman çekelim, demiştir.

Ama öğretmenler öğrencilere Yunus Emre’nin şu dizelerini sormaz:

 

“Ezelde benüm fikrüm Enel Hak idi zikrüm

 

Henüz dahı toğmadın ol Mansur-i Bağdadi.”

Hallac-ı Mansur doğmadan önce benim fikrim Enel Hak idi, der Yunus Emre.

Eski zamanın güzel şiirlerinin tükenmesi kıyamet alametlerinden sayılır mı, bilinmez. Ama hocalarımız kıyamet alametlerini sayarken, özellikle “bina ve zinanın artacağından” söz ederlerdi.

Bugünkü iktidarın en büyük övüncü, kuleler inşa etmek, bina üstüne bina dikmek. Mekke kentini bile cehenneme çeviren, Kabe’yi çirkinlik abidesi kulelerle kuşatıp esir alan zihniyetin yükseldiği çağdayız. Paradan daha büyük iman yok, paranın ise kendini gizleyecek örtüsü çok. Tanıl Bora’nın “İnşaat ya resulallah!” diye özetlediği zihniyet.

Zinanın paraya tahvilini ise Osmanlı sağlamıştı. Ordinaryüs Profesör Ö.L. Barkan, 1975’te yazdığı “Türkiyede Din ve Devlet İlişkilerinin Tarihsel Gelişimi” başlıklı ünlü makalesinde anlatır: Kuran’daki hükümlerin aksine, Osmanlı’da zinanın cezası, failin mali durumuna göre belirlenen paraydı. Sınıfsal konuma göre ceza kesilirdi. Zenginden 300, orta halliden 200, alttakilerden 100 akçe ceza alınırdı. Zina yapanlar evli değilse, miktarlar, 500, 100 veya 40 akçe olurdu. Bu oranlar kadınlar için de geçerliydi. Osmanlı’da kadın ile erkeğin eşit olduğu ender uygulamalardan biriydi.

Beton, milli gelişmenin ölçüsü oldu bugün. Ama her kenti binalarla ve gökdelenlerle dolduranlar, sadece Alevilerin bir göz cemevine tahammül edemezler. Oliver Roy da modern dinsel refleksi böyle tanımlamıştı: Başka dinlere değil, esas olarak kendi içindeki farklı inançlara ve kültürlere tahammülsüzlük.

Cemevlerinin Diyanet’in insafına bırakılması ve Alevilerin inançlarına dair kararın Sünni idarecilere emanet edilmesi, sonra da düşünce ve inanç özgürlüğünden söz edilmesi, aklın ölçülerini zorluyor. Türk-İslam sentezine bağlanan geleneksel zihniyet, beş yüz yıldır ezdiği bir halkın geleceği konusunda karar verme yetkisini hâlâ elinde tutuyor. Alevilerin tek kutsal mekanının cami olduğunu vazeden iktidar, cemevlerini ise kültür merkezi sayıyor.

Başbakan, “Namaz kıldığımız için bizimle alay ettiler” diyor sık sık. Ama onun, hor görülen ve aşağılanan Aleviler hakkında ne düşündüğü de malum. Muhalefet liderini siyasi düşünceleriyle değil inancıyla diline dolayan oydu. “Biliyorsunuz, o Alevi” diyerek bir insanı miting meydanlarında defalarca yuhalatmak, kendisi gibi inanmayanlara gösterilen düşmanlığın açık örneğiydi. Yassıada’nın “demokrasi adası” olması için hazırlık yaparken, Madımak Oteli’yle ilgili talepleri reddetmesi de, hem demokrasi eksikliğinin, hem dinsel husumetin vardığı boyutu gösterir.

Şiir yüzünden hapse giren başbakanın yönetiminde şiir de sansürlenir. Edip Cansever’in Masa da Masaymış Ha şiirindeki biralı dizeler gider, oraya üç nokta gelir. Barlarda artık bira yerine üç nokta içilir memlekette. Aynı zihniyet, Yunus Emre’nin şiirindeki cennetle ilgili kıtayı da sansürlemişti.

Şimdilerde, Oliver Roy’u haklı çıkarırcasına, Mevlana da ötelenip, hor görülmeye başlandı. Mevlana bu topraklarda insanı ve varlığı yücelten ender seslerden biriydi, Yunus Emre’den sonra sıranın ona da gelmesi şaşırtıcı değil.

Mevlana, “Adalet nedir?” diye sormuştu bir şiirinde: “Adalet, ağaçları sulamaktır.” Sonra da, “Zulüm nedir?” diye sormuş ve şöyle yanıtlamıştı: “Zulüm, dikene su vermektir.”

(Birgün)

Burhan SÖNMEZ | Tüm Yazıları
Hits: 1395