Türkiye'nin darbeleri ve 12 Mart

~ 11.03.2013, İlker BELEK ~

Cemal Madanoğlu’nun 9 Mart “cunta” girişimi, bu plan zemininde Doğan Avcıoğlu’nun öncülüğünü yaptığı Devrim dergisi çevresindeki Milli Demokratik Devrimcilerin iktidarı ele geçirme arzuları, bütün bunların Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç başkanlığındaki kuvvet komutanları tarafından Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’a verilen muhtırayla suya düşürülmesi, Süleyman Demirel’in istifası.

12 Mart 1971, yalnızca muhtıra düzeyiyle sınırlı kalmış, Meclis düşmemiş olsa da bir darbedir. Ancak Türkiye’de darbelerin ve 12 Mart’ın anlamını kavrayabilmek için bunlardan derinine bakmak gerekir.

* * *

Türkiye’de darbeler konusunda ilk söylenmesi gereken şey, tümünün kapitalist sınıf ilişkilerine sadık kalacak şekilde gerçekleşmiş olmasıdır.

Bunun ötesinde saptanabilecek şey şudur: Türkiye darbeleri iki farklı karakter taşır.

27 Mayıs ve 12 Eylül darbeleri Türkiye’nin birikim rejimini ve bununla bağlantılı olarak emperyalist sisteme eklemlenme biçimini değiştirmeye yönelmiştir.
Diğerlerinin ise böyle bir niyeti olmamış, onlar iktisadi zeminde yapısal değişiklikler gerçekleştirmeyi değil, siyasal aktörler arasındaki güç ilişkilerini, önceki darbelerle oluşturulmuş birikim rejimi ve eklemlenme biçimine sadık kalacak şekilde “dengelemeyi” hedeflemişlerdir: 12 Mart, 28 Şubat ve 27 Nisan böyledir.

* * *

27 Mayıs 1960, 1950’lerde tıkanan ticari sermaye birikiminin yerine, sanayiyi temel alan ithal ikameci birikim rejiminin kurulmasını sağlamıştır. Böylece, Türkiye’den dışarıya kaynak aktarım mekanizması, ucuz hammaddelerin ve tarım ürünlerinin ihracatından, iç piyasadaki montaj sanayinin temel girdisi olan ağır teknoloji ürünlerinin ithalatına kaydırılmıştır.

İthal ikameciliğin içerideki yansıması yerli sanayi burjuvazisinin serpilmesi olmuştur. Montajlanan dayanıklı tüketim mallarının içeride tüketilmesini öngören ithal ikamecilik, iç piyasanın sürdürülebilirliği adına emekçi sınıfların alım güçlerinin yükselmesine, sendikalaşmaya ve sol partilere izin ve olanak da vermiştir.

* * *

İthal ikamecilik, ağır teknoloji ürünlerinde dışa bağımlılık nedeniyle, çok kısa sürede cari açık problemine neden olunca, yerini ihracata yönelik kalkınma stratejisine bırakmıştır.

Aradan geçen süre yalnızca 20 yıldır.

Türkiye bu kez yine ağır teknolojik imalat ürünlerini dışarıdan alacak, bunları yine montajlayacak, ancak bu kez emperyalist ülkelere, bu ülkelerin orta sınıflarının tüketimine sunulmak üzere ihraç edecektir.

İhracatta uluslar arası rekabet üstünlüğü elde edebilmek emek maliyetlerinin düşürülmesini gerektirir. İthal ikameciliğin emek ve sermaye sınıfları arasında yarattığı konsensüs zemini bu şekilde ortadan kalkar. 12 Eylül 1980 dönemi böylece açılır.

* * *

12 Mart, ithal ikameci rejim koşullarında örgütlenen, gözü açılan, grev ve sendikalaşma deneyimi biriktiren ve TİP içinde siyasallaşan işçi sınıfı, sosyalist aydınlar, ilerici Kürt hareketi, gençlik örgütlerinden oluşan bloğa gözdağı vermek amacını taşır.

15-16 Haziran 1970’de bütün Marmara bölgesi işçi sınıfının, DİSK’in kapatılmasını hedefleyen AP hükümetine ve burjuvaziye karşı ayaklanması, düzene, sola ve işçi sınıfına karşı sert önlem alınması gerekliliğini göstermiştir.

12 Mart bu önlemin adıdır: Sosyal politikaların ve demokrasinin bir sınırı olmalıdır.

Ama 12 Mart aynı zamanda düzenin yanılgısıdır da. Düzen kimi polisiye önlemlerle, siyasal, hukuksal sistemde yapısal değişiklikler yapmaksızın, işçi sınıfını sindirebileceğini sanarak yanılmıştır. Nitekim yalnızca iki yıl sonra Ecevit, değişik sosyalist yapıların da desteğiyle, iktidara yerleşmiş ve bütün 1970’ler canlı sınıf hareketliliğiyle yaşanmıştır.

Hesabı kapatan 12 Eylül 1980’dir.

* * *

Ordu’nun 28 Şubat 1997 ve 27 Nisan 2007 tarihlerindeki tutumu ise ancak arkaik olarak nitelenebilir.

Her ikisinde de birikim rejiminin yapısına yönelik herhangi bir ilgi söz konusu değildir. Türkiye 1980 sonrasında zaten emperyalizmin gereksinim duyduğu iktisadi-siyasal nesnelliğe oturtulmuştur.

Ancak dinci gericiliğin ve nihayet AKP’nin iktidar yürüyüşü olarak da tanımlanabilecek bu yıllarda ordu içindeki kimi unsurlar halen ithal ikameci dönemin ve sosyalizmli yılların angajmanlarına sahiptiler. Bu angajmanların siyasi duyarlılıklarıyla hareket ederek düzenin ve burjuvazinin İslamizasyonuyla baş edebileceklerini zannettiler ve hatta ABD’nin de böyle bir sorununun olduğu vehmine kapıldılar.

Türkiye’de ABD’den izinsiz ve/veya olursuz darbe olmaz.

Bu bakımdan daha bağımsız nitelik taşıyanı 27 Mayıs olsa da, 27 Mayısçılar da, yönetime el koyduktan sonraki ilk bir kaç gün içinde, emperyalist güç odaklarına, NATO’ya, CENTO’ya, IMF’ye tam bağlılıklarını açıkça beyan etmek durumunda kalmışlardı.

28 Şubat’ta Ordu’nun tepki duyduğu İslamizasyonu ABD 12 Eylül sonrasında bizzat planlamıştı ve hesapta Sovyetler’in güneyden Yeşil ile kuşatılması vardı.
27 Nisan muhtırası döneminde ise zaten AKP iktidardaydı ve ABD Ortadoğu planları için aradığı ortağını nihayet bulmuştu.

O nedenle 28 Şubat ve 27 Nisan traji komiktirler.

Trajedileri ABD’nin destek sunacağını varsaymalarıyla, komiklikleri de kapitalist düzeni değiştirmeyi hedefleyen sınıfsal bir kalkışma olmaksızın dinci siyasete geri adım attırabileceklerini düşünmeleriyle ilgilidir.

* * *

Sonuçta, Ordu’nun niyeti ne olursa olsun bütün darbeler burjuvaziye ve emperyalizme yaramıştır.

(SolHaber)

İlker BELEK | Tüm Yazıları
Hits: 1303