Hem barış hem özgürlük - Him aşitî him azadî

~ 11.03.2013, Melih Pekdemir ~

Asıl slogan: “An azadi an azadi!” – “Ya özgürlük ya özgürlük!”
Yani herkes gibi Kürtlerin de arzusu hep özgürlük. Barışı özgürlük için istiyoruz. Zaten hem özgürlük hem kölelik olur mu? Olmaz. Hem barış hem özgürlük? Elbette!
Çok ama çok somut konuşmak gerekirse; tarihin şu sıkıştırılmış zaman kesitinde, bir mecburiyet halinde RTE ile Öcalan arasındaki “barış” ihtimali RTE’nin sivil diktasıyla tamamına erdiğinde, ne denilecek?
RTE-AKP tarafından kalleşçe kurgulanmış bir süreci izlemekteyken, bir arada yaşama arzusunun bedeli, barış vaadi uğruna, bir arada ama daha da ağırlaşmış zulüm koşullarında yaşamaya, özgürlükten vazgeçmeye mecbur bırakılmak olabilir mi?
Öyle kalleşçe bir “çözüm” dayatılıyor ki, AKP tercihi bir “barışı” seçince özgürlüğü terk ediyorsun, özgürlükte ısrar edince “barış imkânı elden kaçacak” diyorlar.

***

“Sophie’nin Seçimi.”
Bu bir sinema filmi ve bizi ilgilendiren kısmının özeti şöyle:
2. Dünya Savaşı yıllarında Sophie adında Yahudi bir kadın Nazilerden kaçabilmek için varını yoğunu harcayarak kendisi ve iki çocuğu için sahte belge satın almak ister. Ancak sadece 2 belge alabilir ve bunlardan birisi yetişkin öteki de bir çocuk içindir. Sophie, Auschwitz toplama kampında iki çocuğundan birisi için seçim yapmak zorundadır; seçimini yapar, 10 yaşındaki Jan’ı kurtarabilmek için 4 yaşındaki Eva’yı ölüme terk edecektir.
Trajediyi katmerleştiren durum şudur: Çocuğu Nazi subayı seçmez, tercihi anneye bırakır. İşte bu durum filmi seyredenlerde, “anne olmaktan vazgeçebilme” hissi uyandıran bir zorunlu tercih dayatmasıdır.
Ve filme de ismini veren “seçim” sahnesi ise çok kısadır, “seçim” birkaç saniye içinde Sophie’nin ağzından çıkacak tek kelimedir.

***

Şimdi… Karşımıza güncellenmiş bir Nazi dayatmasıyla çıkıyorlar. Kürtleri barış-dikta ikilemine sürüklerken sadece aşağılamış olmuyorlar, aynı zamanda durumun farkında olan Kürtleri de kendileri olmaktan vazgeçebilme hissiyle baş başa bırakıyorlar.
Çünkü sürecin sürüklenmek istediği noktada: Jan, barıştır. Eva özgürlüktür.
Şimdi başkanlık rejimini kabul etmek, Jan’ı kurtarabilmek için Eva’dan, her türlü özgürlükten vazgeçmektir.
Peki ama barışı (Jan’ı) kurtarmak için başkanlık diktasını onaylamak (Eva’yı ölüme göndermek) zorunda mıyız? Daha iyimser senaryolar yazılamaz mı? Barış için adımlar atılırken RTE’nin sivil dikta hayali boşa çıkarılamaz mı?
Kim bilir süreç belki de çok farklı gelişecek. Öcalan’ın söylediklerinin hiçbir anlamı kalmayacak… Yani başkanlık rejimi dahi gündemden düşebilecek… Ama yine de “en kötü ihtimal” üzerinden düşünmeye başlamakta fayda var.

***

İmralı sürecinin mahiyeti Öcalan tutanaklarının yayınlanmasıyla kısmen şeffaflaştı.
Habur hadisesi infial yaratmış ama AKP oy kaybetmemişti. Oslo görüşmesi açığa çıkınca da AKP oy kaybetmedi. Demek ki AKP henüz “korkacak bir durum” olmadığının farkında. Sürecin sadece bu sızıntı gerekçesiyle kesintiye uğramayacağı belli oldu.
Aslında Öcalan da genel olarak AKP bakımından kabul edilebilir şeyler söylüyordu. AKP’yi zor duruma sokmayan, üniter yapı içinde bir çözüm arayışı gibi…
Öcalan’ın siyasi hayatımıza aktif bir aktör olarak girmiş olduğunu da belgeleyen bu tutanaklar elbette serbest vezin ve samimi bir ortamda kurulan cümlelerden oluşuyor. Hatta Öcalan’ın AYÖŞ gibi bazı hayati mevzulara tam olarak hâkim olmadığı bile anlaşılıyor.
Acı bir tebessümle okuduğumuz cümleler çok ama çok fazla… Öcalan’ın Cemaat darbesini önlemiş olması, Yahudi ve Ermenilerle ilgili sözleri ve illa ki “40 yıldır Türk solunu sırtımda taşıyorum” şeklindeki iddiası, vb.
Öcalan ile polemik yapacak değiliz elbette… Zaten Öcalan’ın sürekli birbiriyle çatışan (ve aslında yıllardır alışageldiğimiz) argümanlarını tartışmaya gerek yok. Elbette isteyen sürecin zarar görmemesi ya da zevahiri kurtarmak uğruna Öcalan “apolojisi” dahi yapabilir ki bu da anlaşılabilir bir şeydir. Ama bu çaba en azından, “öyle demek istemedi böyle demek istedi” türünden bir hadis tefsirine dönüşmemeli…
(Burada “apoloji” kelimesi de çok ironik oldu elbette! Apoloji, “mazeret bulma, kendini haklı çıkararak savunma” demektir. Ama Apo-loji, Apo-bilimi olarak görülmemeli! İyi de, Öcalan aslında ne demek mi istedi? Öcalan ne dediyse onu demek istedi, hele bir de bunu dost ortamında söylediğine göre deyivereceğini düpedüz, paldır küldür söylemiş oldu, o kadar!)

***

Daha önceleri de yazdığım üzere, şu dönemde ağırlıklı olarak ancak sistem içi bir çözüm olabileceği aşikâr. Yani çözümü devrim sonrasına ertelemek diye bir şeyden, devrimciler dâhil hiç kimse söz etmiyor. Ancak sistem içi bir çözümdeki “özgürlük”, sadece tırnak içinde olabilir, asıl olarak ulusal kimliğin ve hakların kazanılması anlamını taşıyabilir.
Ortadoğu faktörü, ABD’nin bölgedeki politikaları, RTE’nin başkanlık rejimi hülyaları gibi konuları daha önce ayrıntılı şekilde ele aldığımdan burada tekrarlamaya pek gerek yok.
Ancak Öcalan ile yapılan görüşme tutanaklarının kamusallaşmasıyla birlikte, temkinli iyimserlik havası solumak adına açıklanan bazı bilgilere rağmen hâlâ susmak, belki de Öcalan tarafından söylenenlerin “tamamını” onaylamak şeklinde anlaşılabilir. Ki bu hiç kabul edilemez.
Gidişata bakılırsa RTE ile Öcalan arasındaki müzakere süreci hakikaten büyük bir beklenti yaratmış gibi görünüyor… Çünkü dış ve iç koşullar hiç bu denli denk düşmemişti. Ve belli ki iki taraf da bu konjonktürden derhal faydalanmayı umuyor. Bir taraf başkanlık öbür taraf fiili özerklik elde edebilecek… İlaveten RTE bölgesel güç olma hülyasına bir tuğla daha koyacak. ABD de bu sürecin böyle gitmesini arzuladığı ölçüde başka engel yok. Elbette “seçmen” engeli var ve RTE ise onu aşmak için kırk takla daha atmaya şimdiden başladı zaten.

***

“Barış yapma”nın kuralları nelerdir? Elbette öncelikle barış ortamı yaratmaktır. Barış elbette “savaşan” iki taraf arasında ve onlar tarafından yapılır. Ve barış uzlaşma ve karşılıklı tavizdir. Ve taviz taraflar arasında işbirliği gerektirir.
Hangi tavizler verilecek? Nereye kadar işbirliği yapılacak? Bunlara da “onlar” karar verir. “Onlar” zamiri ise şimdilik ağırlıkla RTE ile Öcalan’a tekabül ediyor ama… Barış ortamı derken savaştan beter yeni bir ortama girilmesi ihtimali hiç mi yok?

***

PKK’nin sınır dışına çıkması, bilahare silahları bırakması tartışılırken, aslında hayati önem taşıyan vurgular elbette başkanlık, özerklik, yeni anayasa, bölgesel güç olabilme imkânları konusunda…
Doğan Tılıç da geçen hafta hatırlattı: eyalet (özerklik) illa ki başkanlık rejiminde gerçekleşir diye bir kural yok ki… Almanya, İsviçre, İspanya başta olmak üzere pek çok örnek var, böylesi sistem içi çözümler bakımından… Ama bunlar RTE’yi kesmiyor.
AKP yeni bir rejimi, başkanlık sistemini bölgesel güç olabilmenin gerekçesi olarak da savunuyor. Kürt siyasetine vereceği tavizi (adını koyamadığı) bir özerklik düzleminde kabul ettiğinde, bunun devamının pekâlâ Kuzey Irak ile Kuzey Suriye’nin fiili ilhakı olabileceğini dahi umuyor. Öcalan’ın, Kürt sorununu çözüm sayesinde Türkiye’nin bölgesel güç olabileceği argümanı ise 1999 yılındaki savunmasına dek uzanıyor. Bu görüşünü sık sık tekrarladığını biliyoruz.
Demek ki, çözüm sahnesi ve aktörleri bölgeseldir, tıpkı çözümsüzlük aktörlerinin de bölgesel olması gibi. Ve bu bağlamda Kürt çözümünde artık sınıfsal yan ağır basmaktadır ve fakat bu sınıf da sermaye sınıfıdır, küresel ve bölgesel sermaye kesimleridir…

***

Bu durum karşısında sosyalistlerin kendi sınıfsal çözümleri, tercihleri ve konumları bakımından daha yüksek sesle konuşmaları gerekiyor.
Öyleyse lafı hiç eğip bükmeden söylenmesi gereken söylenmeli: 1. Barıştan yanayız. 2. Öcalan’ın barış ve hatta çözüm uğruna AKP ile işbirliği bağlamında deklare ettiği RTE’nin başkanlık rejimine kesinlikle karşıyız.
Peki tarif edilmeye başlanan “barış şartları” bakımından bu iki tavır çelişkili değil mi? Elbette çelişkili. Çünkü çelişkili bir dayatmanın cevabı da ancak böyle çelişkili olabiliyor!
Evet, sosyalistler ateş olsalar cirmi kadar yer yakıyorlar… Sayılarının azlığı, nicel cılızlıkları nedeniyle argümanları çoğu Kürt siyasetçisi bakımından da ciddiye alınmayabiliyor. Tek seçenek olarak, “gelin yanımızda durun, bizi destekleyin” gösteriliyor.
Bugüne kadar Kürt siyasetleri için pozitif ayırımcılık yaptık. ABD, Ortadoğu, Yeni Osmanlıcılık, Petrol, başkanlık rejimi vesaire üzerine “kılı kırk yaran” tahlillerimiz de oldu… “Ama,” dedik, “illa ki barış olsun. İnsanlarımız artık ölmesin.”
Şimdi yumurta kapıya geldi. “Barış imkânı var” diyorlar. Yan mı çizeceğiz? Hayır.
2010 referandumunda da böyle olmuştu. 12 Eylülcüler yargılansın demiştik, yıllar boyu. “Alın işte 12 Eylülcüleri yargılayan bir madde ama yanında tarak, ayna gibi dikta yasaları da var” dediler. Biz de “hayır” dedik. Ve bu sefer bize dediler ki, “sizler 12 Eylülcülerin yargılanmasına karşısınız!” Siyaset anlayışları bu türden kalleşlikleri mubah saydığından, böyle yapmayı marifet bildiler.
Gerçi 2010 referandumunda pek öyle Sophie’nin seçimi benzeri bir facia yoktu. Elbette 12 Eylülcülerin yargılanmasını istiyorduk. Ama bunun faturası olarak bize yeni bir 12 Eylül düzenini onaylamak çıkarılınca, tereddüt etmeden, “hadi len” diyebilmiştik… Zaten hakiki bir yargılama olamayacağını da biliyorduk (ki olamadığı görüldü), yine de “hayır” deyince, en kötüsü, sadece yargılanmanın ertelenmesi olacaktı, dünyanın sonu olmayacaktı. Sonuç “evet” çıktı, yargılanma “ertelenmedi”, suçlular ise hapiste yatmadı, yatakta yatarken yargılanabildiler.
Ve… Evet, en berbat senaryo olarak, vakti zamanı geldiğinde, özerklik ile başkanlık diktası aynı torbaya konulmuş bir referandumda evet-hayır ikilemiyle sunulduğunda mesela, ne diyeceğiz?
Üyesi olduğum ÖDP bugüne dek Kürt sorununda yalpalamadan geldi ve geçen hafta yine kesin tavrını “barışa evet sivil diktaya hayır” diye koydu. İşte size barış ve özgürlüğün sahici bir güvencesi…
Aslında sosyalist kesimden RTE’nin başkanlık sistemine (şimdilik) onay veren pek kimse yok. Mesela 2010 referandumunda “evet” diyenlerden Aydın Engin bile böyle bir dayatmayı kabul etmeyeceğini ilan etti: “Kürt hareketinin, … dostluk elini hiç geri çekmemiş ve dayanışmada geri durmamış sosyalistlerin, demokratların  ‘Ver barışı, al başkanlığı’ gibi sefil bir düzleme razı olmayacaklarını bilmesinde yarar var.”
Ve mesela BDP milletvekili Ertuğrul Kürkçü de çok açık konuştu: “Türkiye'nin tamamı için diktatörlük olacak bir şeyin Kürdistan için özgürlük olmasına imkân yok. Demokratik olmayan öz yönetime imkân sunmayan bir başkanlık rejimine kimsenin evet demeyeceğini düşünüyorum.”
Böyle bir Anayasa referandumunda, maddeler ayrı ayrı oylansa mesele yok. Barışa ve özerkliğe, Kürtlere özgürlüğe “evet”, diktatörlüğe “hayır” diye veririz oyumuzu…
Peki ikisi de aynı torbaya konulduğunda? Şimdiden, kendi oyumu da söyleyebilirim: Hayır!

***

Çünkü yukarıda anlattığım film şöyle gelişir: 10 yaşındaki Jan’ı kurtarabilmek için 4 yaşındaki Eva’yı ölüme terk etmek zorunda kalan Sophie, oğlu yaşasın diye kamptaki bir Nazi subayının bütün isteklerine boyun eğmesine rağmen, Jan da ölür. Savaş biter.
Sophie’nin (Sofi’nin) seçimi tam bir trajediydi. Hem Eva’nın ve sonunda hem de Jan’ın öldüğü bu trajediden ders çıkarmak gerekiyor. Şu coğrafyada “Sophie” yerine “Safiye” adını taşıyan Kürt ve Türk anaları yaşıyor. Barış-Aşitî ile Özgür-Azad diye evlatlara sahip bir Safiye’nin seçimi başka nasıl olabilir ki?
Hem barış hem özgürlük – Him aşitî him azadî!

(Birgün)

Melih Pekdemir | Tüm Yazıları
Hits: 1354