Yalancı baharlar

~ 23.10.2012, Mesut ODMAN ~

Gecikmiş bir tanıtım yazısı bu.

Çok eskiden, birlikte çalıştığımız, kendilerinden öğrendiğimiz arkadaşlarımız, büyüklerimiz söylerlerdi: Yeni başlayanlardan hem en kolay yazabilecekleri hem de iyi yazı yazmayı öğrenecekleri türden yazılar istemek gerekir; tanıtım yazıları bunlar arasındadır. Bu aklıma geliyor gelmesine de, kendimi yeni başlayanlar arasında saymak mümkün olmadığı için, uyup uymadığından pek emin değilim. Ama, neylersiniz ki, tanıtım yazısı derken aklıma gelmiştir ve belki bugün ya da yarın işe yarar diye hatırlamadan edemiyorum. Yaşananlar boşa gitmesin, deyip dururuz ya, ondan olmalı…

Hafta içinde, Ankara’daki iki üniversitenin öğrencileri farklı zamanlarda beni aradılar. Suriye’ydi, “Arap baharları”ydı, şuydu buydu, yakınlarımızda olup bitenlerle ilgili etkinlikler planlamışlar, düzenleyecekleri bir tartışmalı oturuma değerli milletvekili dostumuz İlhan Cihaner ile birlikte beni de çağırıyorlar. Geri çevirmek olmaz; hele düzenleyiciler kendilerine “sosyalist düşünce topluluğu” adını koymuş çocuklarsa, hele hele bu iki gruptan biri de bizim mektebin çocuklarıysa… “Bizim mektep” demekle herhangi bir saçmalık, ilkellik, şovenlik ya da bunlara benzer kötü bir şey yaptığımı sanmıyorum. Herkesin, eğer oraya silah zoruyla gönderilmemiş ve sonuna kadar okuyup bitirmiş ise, okuluna sahip çıkmasında herhangi bir tuhaflık yahut yanlışlık yoktur. Hele “okulum” dediği, bir süre olsun, ülkenin devrimci tarihinde haklı bir yer almışsa, o geçmişe sahip çıkmanın bir tür görev olduğu bile söylenebilir.

Çok mu hamasete kayıyoruz acaba? Tadında bırakıp sadede gelmeli.

Tamam, dedim çocuklara.

Tamam dedik de, benim iyi midir kötü müdür bilmem, bir alışkanlığım var, nereden olursa olsun, gel kardeşim hayatını anlat ya da ne istersen onu anlat diye çağrıldığımda bile, düşünüp taşınıp bir miktar kitap karıştırmanın da içinde olduğu bir hazırlık yapmadan insanların karşısına çıkamam. Üstelik, buradaki öyle çık ne anlatırsan anlata da benzemiyor. Her ne kadar olan biteni izlemek, izlemekle de kalmayıp kalem oynatmak iddiası taşısak da, fazlasıyla güncel olmakla birlikte en azından geçen yüzyılın başlarına kadar giden uzantıları da bulunan bir sorunlar yumağı söz konusu. O halde, işi bir kahve sohbeti düzeyinde tutmamak bakımından, hızlıca bir tarama, bakma bakıştırma gerekli.

İşte o bakıp bakıştırma sırasında karıştırmaya başladım ve başlangıçta değindiğim gecikmenin farkına vardım. Bu yılın Ağustos ayında çıkmış gerçi, çok da geç sayılmayabilir; ama, geçen bütün o ayların en güncel konularından birini, belki de birincisini inceleyen bir kitabı okumakta geç kalmışlıktan söz edilebilir elbette. Hele inceleme yerine, daha doğrusu onu yaparken, olup biteni bir yandan arkaplanıyla birlikte sergileyen bir yandan da neredeyse sinemaya özgü bir kurgulama ile hem izlenirliği artıran hem sürüp giden kargaşayı anlamayı kolaylaştıran bir kitapsa bu…

Alper Birdal ile Yiğit Günay’ın imzalarını taşıyan “Arap Baharı” Aldatmacası başlıklı kitaptan söz ediyorum. Toplam 315 sayfa uzunluğundaki 27 bölüm ile bir ön ve bir de son sözden oluşan kitabın yazarlarına ilişkin çok kişisel, hatta bu satırları okuyanların bazılarının yersiz ve gereksiz görebilecekleri bir değinmede bulunacağım. Kısa birer biyografik not var başta, okumak ya da karıştırmak için kitabı eline alanlar göreceklerdir. Ama benim değineceğim, iki yazarın yaşları. Ortalama olarak benim çocuklarımdan daha genç yazarlar bunlar. Ortalama dediğim şu: Yaşça büyük olanı benim büyük çocuğumdan, küçük olanı küçük çocuğumdan daha genç. Bunu, kuşkusuz, kendi geçkinliğimin çaresiz bir itirafı sayılabileceğine aldırmadan ve şaşırtıcı değil umutlandırıcı bir saptama olarak söylüyorum. Anlatılması kolay olmayan bir tempo içinde çalıştıklarını bildiğim bu genç insanların, o hengame içinde, böyle bir kitap yetiştirmeleri, beni şaşırtmaktan çok, iyimserliğe sürüklüyor. “Kitap yetiştirme” sözleri yazıp giderken dökülüverdi; ama cuk oturduğunu fark ediyorum. Olaylar hızla akıp karışıp gider, meraklı ve kaygılı insanlar ne olup bittiğine akıl erdirmeye çabalarken, bu hız ve kargaşanın ortasında, onlar için hemencecik yetiştirilmiş pek değerli bir başvuru kaynağı bu.

Gazetecilik diyebilir miyiz? Hem de nasıl. Gazeteciliğin bundan daha akıl açıcısı, daha yarayışlısı nasıl olsun? Ama bir gazeteci kitabı değil bu. Her ne kadar yazarları, bir yanlarıyla, yeni türde gazeteci olarak yetiştiklerini kanıtlamış bulunsalar da… Zaten kendileri de önsözde belirtmişler: “Fakat diğer yandan, bu kitabı tipik bir ‘gazetecilik işi’ olarak tanımlamak zor… Bunun temel sebebi, kitabın salt olguları aktarmaya dayanmaması, fakat bir temel tez etrafında bu olguları örmesi, işlemesi. Kitabımızın temel tezi, bölgedeki kimi ülkelerde halkın haklı gerekçelerle sokaklara dökülmesiyle başlayan süreçte örgütsüzlük ve siyasi öncüden yoksunluk nedeniyle inisiyatifi, bu süreci lehine çevirebileceğini fark ederek hızla adım atan emperyalizme kaptırması ve bunun sonucunda emperyalizmin bölgede kendi lehine bir restorasyona girişmiş olması.”

Benim “yalancı bahar” demeyi tercih ettiğim süreç, yazarların da değindikleri gibi, bütün boyutlarıyla ele alınmamış ve esas olarak dört ülke, Tunus, Mısır, Libya ve Suriye ile sınırlı bir çerçeve çizilmiş. Ama hem temel tezin zengin bir olgular demeti ile desteklenmesi hem de derlenip toparlananların ustalıklı biçimde sergilenmesi, okura, daha ne kadar süreceği belli olmayan bir kanlı gidişin altında yatanları kavrama kolaylığı sağlıyor.

Okura böyle bir kolaylık sağlarken, sağda solda “emperyalizm denilen kâğıttan kaplan”ın yapıp ettiklerini anlatmaya çalışanlara da bir yığın malzeme sunuyor.

Örnek olsun, yukarıda sözünü ettiğim iki üniversitedeki toplantılardan birinde, tartışma bölümünde sunulan bir soru üzerine, bu kitaptaki değerli malzemenin içinden çekip çıkardığım bir tür öykü anlattım.

“Bakın, size iki büyükelçi ile bir generalin kısa öyküsünü anlatayım” diye söze başladım.

Büyükelçilerden birinin adı, John Negroponte. Asıl uzmanlığı, ABD’nin Latin Amerika’da seksenli yıllarda uyguladığı “ölüm mangaları” eliyle kitle katliamlarının mimarı oluşu. Bu uzman, 1981-85 yıllarında ABD’nin Honduras büyükelçisi. Aynı “diplomat”, işgalden sonra, 2004’te ABD’nin Bağdat büyükelçisi olarak atanıyor ve onun dönemi Irak’ta benzer katliamların yaşandığı bir dönem oluyor.

İkinci büyükelçinin adı, Robert Stephen Ford. Büyükelçi olmadan önce, 2004-05 yıllarında, Irak’ta Negroponte’nin yardımcısı. Sözünü ettiğimiz kanlı katliamlar olurken o da orada. Daha sonra, 2011 yılının Ocak ayında Şam’a ABD büyükelçisi olarak atanıyor. Suriye’deki baharın aynı yılın Mart ayında başladığını, ama daha önemlisi, olayların gidişini farklı bir aşamaya getiren Türkiye sınırına 40 km uzaklıktaki katliamın Haziran ayı başlarında gerçekleştirildiğini ekleyelim. Bir ek daha yapalım: Bu büyükelçi, Ekim ayında geri çağrılıyor, artık görevini tamamlamıştır, ve zaten ABD’nin Şam’daki büyük elçiliği de Şubat 2012’de kapatılıyor.

Yaşamöyküsünden çok kısa bir bölüm anlatacağımız generalin adı ise David Petraeus. Bu askerin Obama tarafından CIA başkanlığına getirildiğini biliyoruz; bir iki ay önce de ülkemizi ziyaret ettiğini hatırlıyoruz. Adını andığımız general, az önce sözü edilen dönemde, Irak’ta “özel harekât başkanı” idi. Suriye krizi sırasında ise ABD’nin Dışişleri Bakanı Hillary Clinton başkanlığında kurduğu “Suriye Komisyonu”nde yer alıyor. Bir önemli üye daha bulunuyor o komisyonda: Demin adını andığımız büyükelçilerden ikincisi olan Robert Stephen Ford.

Bunları hikâye ettikten sonra, gençlere şunu söyledim: Şimdi, bütün bu atamaları, görevleri, geri çağırmaları, ziyaretleri falan bir araya getirin ve sorun: “Bütün bunlar bir rastlantı olabilir mi?” Ölümünün üzerinden yaklaşık 60 yıl geçmiş bir büyük devrimci, böyle çeşitli olguları, onlara ilişkin verileri bir araya getirir ve sorarmış: “Bu bir tesadüf müdür, yoldaşlar?”

Verdiği yanıtın hep “hayır” olduğunu da ekledim. Ama o devrimcinin kim olduğunu söylemedim.

Merak edip araştırsınlar, öyle ya…

(SolHaber)

Mesut ODMAN | Tüm Yazıları
Hits: 1497