Yargı bağımsızlığı ve Anayasa çalışmaları

~ 13.10.2012, Av. Ayhan ERDOĞAN ~

“Hukukun toplum tarihinden bağımsız bir tarihi yoktur.”

12 Eylül 2010 tarihli Anayasa değişikliğine ilişkin referandum ile, ülkemizdeki hukuksal yönlenmenin açıkça kara Avrupasının 'kuvvetler Ayrılığı' sisteminden Anglo-Sakson liberal hukukuna doğru olduğunu daha önce de çeşitli yazılarla ifade etmiştim. Ancak bu yazının girişine yine bu yönelmenin etkisinde bir Anayasal çalışma ve tartışmanın olduğu izlenimini taşıdığımı ve bu nedenle girişe bu hatırlatmayı koymaya ihtiyaç hissetiğimi belirtmeliyim.

Kavramların yanıltıcılığı
Hepimizin bildiği üzere nesnelerden üretilen kavramlar, bir süre sonra üretildiği nesneden uzaklaşarak yeniden nesne tarifi yapılmak suretiyle, üretildiği nesnesine yabancılaştırılır. Kavramın farklı bir nesneyi geçerli hale getirdiği ve bu yolla kavramın aldatıcı özellik taşıdığı gerçeği günlük tartışmalarda atlanmaktadır.

Bu yolla, “Hukuk Devleti”, “kanun önünde eşitlik” ve benzeri bir çok kavram kendi çıkışına neden olan toplumsal durumları ifade etmek yerine, günümüzde kendisine yüklenen farklı anlamlarla karşımıza çıkmaktadır. Belirtilen yol sonucu bu kavramların toplumdaki işlevleri de perdelenmektedir.

Öncelikle belirtmek isterim ki; çeşitli akademisyenler ve yazarlar tarafından sıkça kullanılan 'hukuk devleti' ve 'hukukun üstünlüğü' kavramlarına aynı kıymet ve değeri yüklemediğimi ve bu kavramlardan özellikle 'hukukun üstünlüğü' kavramının toplumun hayrına kullanılan bir kavram olmadığını ifade etmek isterim.

Genel olarak Birleşmiş Milletler kararlarının, Dünya Ticaret Örgütünün, IMF'nin, Dünya Bankası'nın etkin olduğu, bu gibi kuruluşların kararlarının iç hukuklara aktarılacak uluslararası metinler haline getirildiği bir ortamda, 'Hukukun Üstünlüğü' kavramına yüklenen anlamın genellikle 'kimin hukuku' sorusunu hasır altı etmesi, mutlak biat içermesi ve açıkça liberal hukukun kavramı olması sebebiyle bu kavramın ayrı bir başlık altında açıkça tartışılmadan kullanılmasının doğru olmadığı kanaatindeyim.^

Yine bu kavramın yanı başında kullanılan 'Hukuk Devleti' kavramına da, öncelikle; önceden belirlenmiş usule uygun çıkartılmış metinlere mutlak itaat edilmesi anlamının yüklenmiş olması ve gerek metin içeriklerinin, gerekse çıkartan meclisin sorgulanamaması nedenleri ile karşı olduğumu ifade etmek isterim.

Ayrıca egemenlik sisteminin tartışılmasına, bu konuda düşünce belirtilmesine dahi imkan verilmemesi karşısında, bir sınıfın egemenliğini meşrulaştıran ve tartışılmaz kılan bir kavram haline gelmiş olmasını doğru bulmuyorum. Yazının konusunun bu olmaması sebebiyle kısaca 'hukuk devleti' kavramında ilk arayacağımız hususun 'iktidarın sınırlanması' yönünde olması gerektiğini ifade etmeliyim.

Yargı neden bağımsız olsun?
Tarihsel olarak yargı bağımsızlığı kavramının toplumda tartışılmaya ve bu kavrama uygun toplumsal yapılanmanın uygulanmaya başlandığı sürecin hangi tarihsel döneme denk düştüğü göz önüne alınmaz ise kavram kendini doğuran nesnel durumdan kopartılmakla kalmaz; kaçınılmaz olarak soyut ve ilahi bir kavram olarak ele alınmak suretiyle, tarihsel gerçeğine uygun olmayan nesnel bir durumun tanımı olarak kullanılır.

Yargı Bağımsızlığı kavramını 'Kuvvetler Ayrılığı' kavramına dayanak yapan, bu kavrama iliştirilmiş bir biçimde yasama, yürütme ve yargıyı birbirinden bağımsız kuvvetler olarak anlayan, bu kuvvetlerin ilişkisini de düzenleyen devlete 'hukuk devleti' diyerek işin içinden çıkan düşünce, doğal olarak, 'Yargı bağımsızlığı' kavramını pozitif hukuk çerçevesi içinde 'biçim özlü' tartışmak durumunda kalacaktır.

Yargı Bağımsızlığı kavramının biçimsel yönünün de tartışılmasının kendi içinde ihtiyaç olduğunu söylemeliyim. Ancak ‘Kuvvetler Ayrılığı'nın bir ayağı olarak ele alınan yargı bağımsızlığının tarihsel sürecine denk düşen bir toplumsal durumda, bu ihtiyacın gerekli ve işlevli olacağını da ifade etmeliyim.

Aksi durum bizi bugün, HSYK'nın varlığının gerekliliğinin yada kurulda bakanın / müsteşarın varlığının tartışılmasına boğar. Hakim ve Savcıların atamalarının kimler tarafından yapılması gerektiği, disiplin soruşturmalarının yapılmasında yetkilendirme ve usul, mesleğe alınma gibi konular, hangi sistem içinde olunursa olunsun, meslek faaliyetleri içinde ele alınması gereken bir konudur. Meslek içi bir tartışma ile sınırlı kalınır ve 'Yargı Bağımsızlığı' tartışıldığı toplumsal durum göz ardı edilirse, kuvvetler ayrılığından 'silahlı kuvvetler' anlaşılır, uluslararası tekellerin ve işbirlikçi sermayenin ülkemizdeki hâkimiyetinin sınırsız ve iktidarına ortak olunmasına imkan vermeyecek bir kesinlikte olduğu göz ardı edilmiş olur.

Bu durum, 'Yargı Bağımsızlığı' kavramının dayanağı olan 'Kuvvetler Ayrılığı' kavramının doğumuna dayanak olan farklı sınıfların ortak çıkarını ifade eden bir toplumsal sözleşmenin olmaması, farklı sınıfların yürütme ve yasamada ayrı etkinliklerinin göz ardı edilmesi ve kısaca bu kavramları doğuran tarihsel sürecin yok sayılması sonucunu doğurur. Konu mesleki özerklik anlamında bir tartışmayla sınırlı kalır.

Kuvvetler ayrılığı/iktidarın sınırlandırılması
Kuvvetler ayrılığı kavramının Kara Avrupası’nda burjuvazinin ve proletaryanın sahneye çıktığı 17. yüzyıla denk düşen bir tarihsel perspektifle ve bu ikilinin muazzam bir savaşım sonucu kral ve soyluların iktidarına ortak olduğu bir süreçle birlikte ele alınması gerekmektedir. Bu süreçten evvel bu kavramın ortaya atılamaması doğaldır ki, kralın iktidarına ortak olabilecek burjuvazi ve proletarya gibi farklı sınıfların tarih sahnesinde yerini almamış olmasındandır.

Kara Avrupası’ndaki bu gelişmenin daha iyi anlaşılabilmesi için Anglosakson hukukunun kaynağını oluşturan İngiltere’deki hukuksal sürecin kısaca ele alınmasında yarar bulunmaktadır. Bu süreç hukukun tarihinin toplumların tarihinden bağımsız olmadığı tespitine de tarihsel bir örneklem oluşturacaktır. Tarih sahnesine kralın iktidarına ortak olabilecek bir güç olarak soylular ve din adamlarının olduğu dikkate alındığında, bu güçlerin mücadelesinin iktidarın sınırlandırılması doğrultusunda olduğu görülmektedir. Bu mücadeleden halkın da yararlandığı ve krala karşı verilen bu mücadelede doğru yerde durduğunu bilmekte yarar bulunmaktadır.

'Hukuk Devleti' Kavramında aranması gereken ilk husus yasaların iktidarı sınırlandırması hususudur. Zira Magna Carta ile başlayan ve bu sürecin sonucunda doğan 'iktidarın sınırlandırılması' kavramı, egemenlere karşı yönetilenleri koruyabilecek liberal bir kavram olmasına karşın, liberallerin bugün iktidarı/egemenleri sınırlamak yerine yönetilenleri/sömürülenleri sınırlamak için kullandığı bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır.

İktidarın sınırlandırılması meselesinde tarihsel olarak ilk önemli örnek Magna Carta Libertatum'dur. İngiltere'de 1215 yılında imzalanmış olan Magna Carta (Büyük Özgürlükler Sözleşmesi), Papa III. Innocent, Kral John ve feodal aristokrasiyi oluşturan baronlar arasında, kralın yetkilerini sınırlamak amacıyla düzenlenmiştir. Sözleşme ile Kral bazı yetkilerinden feragat etmekte ve kanunlara uygun davranmayı kabul etmektedir. Kral bu sözleşme ile, hukukun kendi talep ve isteklerinden üstün olduğunu kabul etmiş olmaktaydı.

Bu anlaşmayla yurttaşlar, Kralın keyfi yönetimi karşısında önemli bir güvence kazanmıştır. Bu husus ayrıca, 'Kralın yetkilerinin sınırlanması' ile din adamları ve baronların iktidara ortak olmak arzusunun da bir ifadesiydi. Egemenliğin o günkü güçler arasında dağıtılmasının da sonucu olan bu sözleşme, Kralın yetkilerine din ve halk adına bir sınır getirmeyi kabul etmesi bakımından Anayasacılık hareketinin öncüsü sayılmaktadır.

Magna Carta’nın 39. maddesinde yer alan, “Özgür hiç kimse kendi benzerleri tarafından ülke kanunlarına göre yasal bir şekilde muhakeme edilip hüküm giymeden tutuklanmayacak, hapsedilmeyecek, mal ve mülkünden yoksun bırakılmayacak, kanun dışı ilan edilmeyecek, sürgün edilmeyecek veya hangi şekilde olursa olsun zarara uğratılmayacaktır” hükmüyle halk iktidara (Kral'a) karşı din adamları ve baronlarla ittifak yapmanın karşılığını kısmen almış olmaktadır. Ancak uygulamada bu hakların ne kadarından yararlanabildiği meçhuldür.

İktidarın sınırlanması yönünde ilk düzenleme olan Magna Carta, egemenler arasında yeni bir ortaklık kurarken halka da önemli bir güvence getirmiştir.

Anayasacılık hareketleri
Yargı Bağımsızlığı kavramının dayanağı olan Kuvvetler Ayrılığı kavramının da tarih sahnesine çıktığı süreç, aynı zamanda toplumsal sözleşme adı altında Anayasacılık hareketinin toplumsal mücadeleye yansıdığı ayrı bir sürece işaret etmektedir.

Kara Avrupası’ndan farklı olarak İngiltere’de Magna Carta ile başlayan iktidarın (yürütmenin) yetkilerinin sınırlandırılması mücadelesi, aynı zamanda sınıflar mücadelesinin bir parçası olarak tezahür etmektedir. Özgürlük mücadelesinde döneminin devrimci olabilecek unsurlarının kendi ittifaklarını yaratarak o dönemki mevcut iktidarların yetkilerini sınırlandırma çabası, özünde iktidara ortak olma mücadelesinin bir tezahürüdür.

Feodal düzenin sürdürülmesinde, kralın şahsında vücut bulan kayıtsız koşulsuz itaat üzerine kurulmuş iktidar, XIV. Louis'nin "L'Etat, c'est moi" ("devlet benim") sözlerinde tam karşılığını bulur. Kral hem yasa koyucu, hem yasanın yürütücüsü ve hem de yargıçtır. Yasama, yürütme ve yargı gücü, bir bütün olarak feodal aristokrasiye aittir.

Kendi meşruiyetini kutsal kitaplardan, din adamlarından alan kral, iktidarın tartışılamaz, bölünemez ve yargılanamaz olduğu bir dönemi ifade etmektedir.

Kuvvetler ayrılığı
"Krallık iktidarının olduğu bir çağda ve ülkede, aristokrasi ile burjuvazi egemenlik için çarpışır ve burada egemenlik bölünmüş olduğu için 'güçler ayrımı doktrini' egemen fikir olarak ortaya çıkar ve 'ebedi yasa' olarak ilan edilir." [Marks-Engels, The German Ideology, s. 60]

Esasen Karl Marks ve Friedrich Engels tarihsel durumu özetlemektedir. Krallık döneminin bir ifadesi olan feodalizm içinde gelişen burjuvazinin artık kralın ortağı olan aristokrasi ile çıkarları çatışmaktadır.

Artık burjuvazi devrimci ve öncü rolünü üstlenmeye matuf bir başkaldırı hareketinde bulunmaya hazırdır. Bu başkaldırının özü, burjuvazinin (sermayedar) karını aristokrasiyle paylaşmayı sonlandırma ve aristokrasinin kralla olan iktidar ortaklığından pay alma mücadelesidir.

Bu mücadele sonunda, sınıflar mücadelesi anlamında feodal aristokrat sınıf ile burjuva sınıfının çatışması neticesinde kuvvetler ayrılığı denilen kavram ortaya çıkmıştır. Bu anlamı ile kuvvetler ayrılığı kavramı, burjuva parlamenter sistemle mevcut iktidarın yetkilerinin sınırlandırılması ve yeni bir iktidar ortağı olan burjuvazinin tarih sahnesinde yerini alması anlamına gelmektedir.

Magna Carta ile başlayan ve Cromwell hareketi ile devam eden süreç, Fransız burjuva devrimleri ile kendini tam olarak ifade edebilmiştir. İngiltere’de Cromwell hareketiyle iktidara, feodal aristokrasiyle ortak olabilen burjuvazi, Fransız devriminde yasama, yürütme ve yargı gücünün farklılaştırılması yoluyla feodal aristokrasinin ve kralın elinden yasamayı almış ve böylelikle iktidarın yetkilerini sınırlamıştır.

İktidarın yetkilerinin sınırlanmasını içeren yasama organına, mücadelenin bir parçası olarak burjuvazinin ittifakını oluşturan halkın da üye göndermesini sağlamıştır. Halkın kendini kısmen de olsa parlamentoda ifade ediyor olması, parlamento öncesinden ileri bir durumdur.

Modern devlet teorisi sayabileceğimiz, burjuvazinin ulusal düzeyde hakimiyetinde yer bulan, feodalizm ve kralın yetkileri karşısında 'ticaret yapma özgürlüğünü' ve ‘fırsat eşitliği’ anlamında savunulan 'yasa önünde eşitlik', aslında ticari faaliyette her tüccarın faaliyetini sürdürme talebinden başkaca bir şey değilken, bu ilke bugün farklı bir anlamı varmış gibi sunulmaktadır. Yasa önündeki eşitliğin, bu ilkenin uygulanacağı kişiler arasında toplumsal, tarihsel ve iktisadi durumları açısından benzerlik varsa bir mana ifade edebileceğinin üstü örtülmüş bulunmaktadır.

Burjuvazinin var olma mücadelesi döneminde ileri sürdüğü, sınıflar arasındaki eşitliği ifade eden 'eşitlik' kavramına o dönemki 'proleterlerin' 'sınıfsız bir eşitlik' kavramı ile cevap verdiği hatırdan çıkarılmamalıdır.

Kamuoyunda gerek yazarların gerekse akademisyenlerin kullandığı biçimiyle yargı bağımsızlığı ne yazık ki tarihsel sürecini oluşturan ve dayanağı olan kuvvetler ayrılığı kavramının bağlamında ele alınamadığında, kavramın tarihsel nesnelliğinden kaynaklanan anlamı yerine, kavramın kendisinden bugüne dayalı üretilmiş nesnelliğe yönelik bir değerlendirme üzerinden tartışılmıştır. Doğaldır ki, yargı bağımsızlığı kavramının bugün yansıttığı nesnellik, kavramın dayanağı olan toplumsal durumu yansıtmayan biçimsel yönünün öne çıkmasına neden olmuş ve bu yönüyleele alınmak zorunda kalınmıştır.

Kuvvetler ayrığı ilkesinin sonu
18. Brumier'de yer verildiği üzere, Marks ve Engels'in kuvvetler ayrılığı için burjuvazinin ısrarla kullanacağını ifade eden “Ebedi Yasa” değerlendirmesi hemen kendini gösterir. Zira aristokrasi kısa sürede tasfiye edilir ve 'Kral' sadece burjuvazinin yasama organınca çıkartılan yasaların uygulayıcısı konumundadır. Yasama ve yürütme arasındaki farklılık ortadan kalkmış ve 1850 yıllarında artık küçük burjuvazi ile halkın tasfiye edildiği bir sürece girilmiştir. Burjuvazi kısa sürede, yürütme ile yasama arasındaki farklılığı giderek devleti kendi ortak çıkarına hizmet eden bir aygıt haline döndürür. Bu durum kuvvetler ayrılığı sürecinin sonucu olarak var olan “Bağımsız Yargı”nın varlık sebebinin de sonunun geldiğinin ilanıdır.

Bu süreç sonrasında yargının bağımsızlığı artık şekli bir unsurdur. Tarihsel süreçte kazanılmış ve devlet aygıtını yönetirken halkı 'hukuk devletinin' varlığına ikna etmekte etkili olan bu kavramların terki yerine, kavramların içi boşaltılarak Yargı Bağımsızlığı kavramının nesnelliğinin yeniden yaratılması, burjuvazinin egemenlik ilişkilerine toplumsal meşruiyet anlamında şekli bir anlam yüklenmiştir.

Burjuva hukuku kabaca, kapitalist mülkiyetin sürdürülmesinin düzenlenmesinden başkaca bir öz taşımaz. Ancak kuvvetler ayrılığı ilkesi dönemiyle bu defa, parlamentoya girebilen başta halk grupları olmak üzere çeşitli sınıf ve katmanları oluşturan gruplarla burjuvazi arasındaki mücadele söz konusu olur. Yasama organından başlayan süreç, burjuvazinin yürütme ve yargıyı tam olarak denetleme çabasına ve esasen kuvvetler ayrılığının şeklen süreceği bir döneme girmesine neden olur.

Kuvvetler ayrığılı ve emperyalizm
Emperyalizm aşamasında ise, uluslararası tekeller boyutunda bir yapılanmayı ifade etmesi sebebiyle artık burjuvazinin ulusal meclislere/yasamaya tahammülü bulunmamaktadır. Yasama artık yürütmenin bir parçası olup yargının da yürütmenin kararlarının icrasında görev görmesi dışında anlamı bulunmamaktadır.

Kuvvetler ayrılığı ezilen sınıflar açısından, halk açısından ve işçi sınıfı açısından bir kurtuluş değildir.

Ancak emperyalizmin ve tezahürü olan neoliberal dönemin, yürütmenin adeta monark bir kralın iktidarı gibi sunulduğu bu yeni dönemin kuvvetler ayrılığı döneminden de geri olduğu açıktır.

Eski ortakların enkazlarının temizlendiği neoliberal bir dönemin, yani açıkça emperyalizmin bir yöntemi olan yürütmenin yasama ve yargı üzerinde koşulsuz hakimiyetine yol açacak her türlü düzenlemeye karşı çıkmak bu nedenle bir zorunluluktur.

Tarihsel olarak iktidarın sınırlandırılması yolunda gelişen süreçte, işçi sınıfının burjuva devrimlerini aşan bir süreci sürdürememesi sonrası, tersine bir döneme girilerek, neoliberal anlayışın yani uluslararası tekellerin, iktidarı Magna Carta öncesi bir yapılanmaya götürmesi söz konusudur. Dünyamız uluslararası tekellerin neoliberal darbelerle iktidarını açıktan sürdürmesi dönemine girmiş bulunmaktadır.

Ancak, İngiltere’de 16. yüzyılda başlayan, Fransa’da 1789 yılında gerçek karşılığını bulan burjuva parlamenter sisteme, ülkemiz 'şeklen' de olsa 1961 Anayasası ile kavuşabilmiştir. Bu anayasa ile yasama, yargı ve yürütme güçleri birbirinden ayrılmış ve kuvvetler ayrılığı ilkesinin, 'sınıflar mücadelesinin sonucu' olarak olmasa da, ülkemizde hayata geçmesi bir ihtilalle söz konusu olabilmiştir.

Ancak burada eksik olan husus, bu hareketin sınıflara dayanmaması nedeniyle kuvvetler ayrılığı ilkesinden kaçınılmaz olarak Silahlı Kuvvetlerin anlaşılmasıdır. Yasama ve yürütme organında ezilenlerin, halkın, işçi sınıfının kuvvetleri ile burjuvazinin kuvvetlerinin etkin olması yerine; işbirlikçi sermayenin kuvveti olarak sahnede yerini alan Silahlı Kuvvetlerin halka karşı bir güç olarak yer alması söz konusudur.

Ancak tüm bu eleştirilerimize karşın şekil olarak da olsa modern burjuva devletin inşaa sürecinde varolan kuvvetler ayrılığı kavramı ve ona bağlı yargı bağımsızlığı kavramı ile yasama-yürütme arasındaki mesafelenme, o dönem için bir gelişimin ifadesidir, aynı zamanda.

Yürütmenin yetkilerinin kısıtlandığı 1961 Anayasası ilei yürütmenin ve emrindeki idarenin (devlet kurumlarının) her türlü tasarrufunun ve hatta eyleminin yargı denetimi altına alınmış olması ileri bir durumdur. Dahası yürütmenin yetkileri TRT, üniversiteler ve buna benzer özerkleştirilmiş kurumlar marifetiyle de daraltılmıştır.

Aslında bu durum kısa sürelidir. 12 Mart faşist cuntasının Amerikan destekli darbesi ile 12 Eylül faşist cuntasının darbesi, şeklen de olsa kuvvetler ayrılığı ve buna dayalı yargı bağımsızlığı kavramlarının yeşerip toplumsallaşmasının önünü keser. Son 12 Eylül Anayasa referandumu, 24 Ocak liberal ekonomik programının hayata geçmesine yönelik yapılan 12 Eylül 1980 darbesinin işlevini yerine getiren ve artık neoliberal ekonomik programların hayata geçirilme aşamasının bir oylamasıdan başka bir şey değildir. Bu Referandum ile iktidara düşen ülkemizde Kara Avrupası hukukunun kalıntılarını kazımaktan ibarettir. Artık, Anglosakson hukukunun ve ona uygun devlet örgütlenmesinin inşaasının tamamlanması sürecine girmiş bulunmaktayız.

Bazı müelliflerin ileri sürdüğü üzere Anglosakson hukukunda yargı bağımsızlığı da söz konusu değildir. Kuvvetlerin çatışmadığı egemenliğin kayıtsız şartsız tekellere devredildiği bir sistemde yargı, gerek atanmalarında gerekse meclislerin usulüne uygun çıkardığı sömürü metinlerinden ibaret olan yasaları uygulamada tam bir hizmetkardır.

Bazı zamanlarda medyada çıkan Amerikan kaynaklı haberlerdeki, yargının net tutumu, hapishaneleri, katı tutumlu cezalandırma sistemleri, esasen sistemin sarsılmaz şekilde korunmasının birer ifadesinden başka bir şey değildir. Yargı, yasama organının çıkardığı 'kanun'ları harfiyle uygulamak durumundadır. Egemenlikte, yani yürütme ve yasama organında, yönetilen halkın, işçi sınıfının, yoksulların, işsizlerin, emeklilerin etkin bir gücü yoksa, sonuçta gerek toplumsal sözleşme (anayasa) gerekse uygulama (pozitif) yasalarının halkın yararına olmayacağı açıktır. Yargının bu durumda egemenlerin koşulsuz bekçiliği görevinden başkaca ne görevi olabilir ki?

Egemenliğin bölüşülmesi sorunu
Burjuvazinin sınırları aşan bir sermaye birikimine ve güce kavuşması sonrasında, ulusal güçlerin/devletlerin yapılanmalarının, kendi ticaretleri açısından artık bir engel oldukları gerçeğinden hareket ederek bu yapıların tasfiyesi sürecine girilmiştir.

Ülkemizde 24 Ocak 1980 Kararları olarak yansıyan ve sonu faşist bir darbeyle sonuçlanan süreç esasen bugünün neoliberal sistemin küresel iktidarını ifade eden sürecin başlangıcı olmuştur. Faşist darbe, ülke içindeki devlet yapılanmalarını yeni 24 Ocak Kararları diye ifade edilen politik argümanlara uygun hale getirme girişiminden başkaca bir şey değildir.

Bugüne kadar kendi halkına karşı kullanılmış olan silahlı güçlerin, yeni neoliberal sistemdeki 'ılımlı İslam' konsepti ya da 'Büyük Ortadoğu Projesi' olarak ifade edilen devlet yapılanmasında belirleyici güç olarak hizmetlerine ihtiyaç kalmadığı için, Silahlı Gücün iç güvenlikteki rölü tasfiye edilerek 'Ilımlı İslam' politikalarına uygun cemaat yapılanmaları tercih edilmiştir.

18. yüzyılda sahne alan burjuva devlet yapılanmalarını ifade eden kuvvetler ayrılığı ve ona bağlı var olan yargı bağımsızlığı kavramları, nesnel süreçlerdeki toplumsal içeriklerinden boşaltılmış bir halde sunulmaktadır.

Artık devletlerin varlık sebepleri; yurttaşları için eğitim, sağlık, güvenlik, konut gibi sosyal yükümlülükleri yerine getirmek için olmayıp tam tersine modern köleci toplum haline getirilen halkın, düşünmesinin engellenmesi, bilimden uzaklaşması, bilimsel eğitimin inanç dünyasına çevrilerek biat eden bir toplum yaratılması, ekonomik alanda ihtiyaç duyulmayanların/ fayda beklenilmeyenlerin bakımının üstlenilmeyerek giderlerin azaltılması, ulaşımın, eğitimin, sağlığın, güvenliğin paralı hale getirilmesinden ibarettir. Sosyal güvenlik kurumlarının işlevsizleştirilmesi, bunlara karşı çıkan emekçilere halka karşı açıktan şiddet kullanılarak bastırılması da sıradan davranışlar olarak kendini gösterecektir.

Tam da bu aşamada, yasama, yürütme ve yargı arasında oluşturulan monark yapı vasıtasıyla yargı egemen tek gücün icra organına dönüştürülmekte ve bu sürecin tamamlanması istenmektedir. Bu durum hiç kuşkusuz tarihsel kazanımları da yok etmektedir. Bu nedenle yargı bağımsızlığına ilişkin biçimsel yönlerin de ısrarla savunulması gerekmektedir.

Ancak bilinmelidir ki; hukuk bazı zamanlar toplumsal sürecin dışında da düzenlenebilir. Bu zamanlarda hukuk sürecin uygulanmasına yönelik kullanılmaz/kullanılamaz, toplumsal süreç kendi mecrasına akarken, hukuk bir şekilde bu sürecin seyircisi durumuna düşer.

Sorunun temelini tekrar edecek olursak, egemenliğin bölüşüldüğü çağda kuvvetler ayrılığı egemen düşünce olarak ortaya çıkmakta ve bu düşüncenin bir kuvvetini oluşturacak olan yargı da kral, soylular, burjuvazi ve halk arasında oluşturulan toplumsal sözleşmedeki (anayasa) çıkarların adil bekçisi olup, bağımsız yargı olarak bir kuvveti temsil etmektedir.

Egemenliğin 18-19 yüzyıldaki gibi bölüşülmediği bir süreçte sorun, uluslararası tekellerin tüm dünya üzerinde tek devlet anlamında bir uluslararası tekel örgütlenmesiyle mevcut ulusal devletleri tasfiye etmeye kalkışmasında yatmaktadır. Uluslararası tekellerin devletleri adeta şirket acentelerine dönüştürmeye çalıştığı bir süreçte, sadece ve sadece biçimsel yönlerine müdahale edilerek yargı bağımsızlığını tarihsel anlamına kavuşturmak mümkünmüdür?

Soru budur. Kişisel kanaatim, bu sorunun cevabını biçimsel yönlere müdahaleden vazgeçmeden, tarihsel kazanımları terk etmeden ama bunlarla yetinmeden bir yol çizerek bulmaktır. Bu yol emekçi halkın, işçi sınıfının, kamu çalışanlarının, emeklilerin, işsizlerin, yoksulların bir güç olarak örgütlenmelerinde yatmaktadır.

Çözüm, ezilenlerin egemenlik haklarını kullanacakları örgütlenmelerin ve mücadelelerinin meşrulaştırılmasından; örgütlenme, düşünme ve ifade özgürlüklerin kullanılmasının, hak arama ve hak alma mücadelelerinin güçlendirilmesinden ve bu mücadelelerin desteklenmesinden geçmektedir.

Anayasa taslak çalışmaları güzel metin hazırlama yarışmaları değildir
Son günlerde bir çok akademisyenin Anayasa çalışmalarına önerme mahiyetinde metinler hazırlayıp Sayın Cemil Çiçek'e gönderdiğini ya da medya vasıtasıyla kamuoyuyla paylaştığını görmekteyiz. Bu kervana bazı politik isimler de eklenmektedir.

Oysa, mesele hukuk jargonunun daha iyi kullanıldığı ve bu nedenle içeriği daha sağlam metinlerin hazırlanmasıyla ilgili ve sınırlı değildir. Bu metinlerin içinde yer alan kavramların karşılığının toplumsal süreçte var olmasıyla ilgilidir. Eğer yazılanların karşılığı toplumsal süreçte karşılığı yoksa, bu metinlere kimsenin itibar etmeyeceği mutlaktır. Bir an için, hukukun inandırıcılığını korumak için, iç tutarlığı uğruna iktidarın taviz verebileceği ihtimali öngörülmesi halinde de, bu öngörünün neoliberal dönem için geçerli olup olmayacağı da belli değildir. Dahası iktidarlarca yazılı metinlerin uygulanıp uygulanmayacağı da meçhuldur. Bu iktidarları bu metinlere uygun davrandırmaya yönelik halen toplumsal başkaca güçte bulunmamaktadır.

Aslolan, egemen düşüncenin kendi hukukunu yapacağıdır. Bu nedenle hukukun iç tutarlığına sığınarak içerilebilecek tavizlere güvenerek yürünecek yolun bekleneni vermeyeceği bilinmelidir.

Ülkemizde 1960 Anayasasıyla şeklen de olsa inşaa edilmek istenen kuvvetler ayrılığının ve bu bağlamda yargı bağımsızlığının, toplumsal hayatta yer bulması 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askeri faşist darbeleriyle engellenmiştir. 12 Eylül Anayasa Referandumu ile artık ülkemizde Anglosakson hukukuna evrilme süreci hız kazanmıştır. Yeni Anayasa (toplumsal sözleşme) ile amaçlanan bu sürecin tamamlanmasıdır. Bu sürecin tamamlanması ile ülkemizde devlet yapılanmasındaki çözülme yeni sisteme uygun olarak inşaa edilecektir. Yeni inşaası öngörülen sistemde bırakın yargının bağımsızlığı diye bir kavramın konuşulmasını, ülkemizin bağımsızlığından bahsetmek dahi mümkün olmayacaktır.

Bu nedenle;
Tarihsel kazanımlardan vazgeçmeden, öncelikle 'İktidarın sınırlandırılmasına' yönelik talepler oluşturmak ve bunu toplumsal muhalefete aktarabilmek gerekir. Artık çözüm, mevcut uluslararası tekeller ve yerli işbirlikçi sermayeye dayalı egemenlerden başkaca güçlerin, açıkçası emekçilerin egemenliğe ortak olmaya kalkışması ve bu güçlerin varlığının bağımsız bir yargıyı zorunlu kılabilecek bir güce ulaşmasında yatmaktadır.

(sendika.org)

Av. Ayhan Erdoğan
12 Mart 2012 İstanbul

Av. Ayhan ERDOĞAN | Tüm Yazıları
Hits: 1853