Adalet, Vahşet ve Masumiyet!..

~ 24.01.2011, İbrahim TÜRKEŞ ~

“Adalet” bir duygudur. Hukuktan da önce gelir. Hukuk düzeninde var olmakla birlikte, onun önünde giden, ondan da önce gelen bir “başvurma” yeri, hak, nısfet, insaf ve şefkat duyguları ile örülmüş bir yüce değerdir. Bu yüzden adalet, kendine özgü karakterini, meşruiyetini, taş duvarlarına yasanın soğukluğu sinmiş görkemli “adalet sarayları”ndan değil, vicdanların “iç adalet sarayı”ndan alan bir bilinç formu, bir duygu derinliğidir.

Domuz bağı ile bağlayıp insanları diri diri gömdüler. Birileri Bunu yapanlar insan ve Müslüman olamazdediler. Oysa onlar hem insandı hem de Müslümandılar. Çıkınca dışarı zaten ilk söz olarak Pişmanlık yok, Müslüman pişman olmazdediler. Ve Türkiye sizinle gurur duyuyornidaları arasında, göz göre göre gidiyoruzdiye diye, adliyenin, emniyetin, vilayetin, bilumum devairin gözlerinin içine baka baka, çekip gittiler. Olsun, içeride kalanlar, yazarlar, gazeteciler, profesörler, bilim insanları hamamın (hukukun) namusunu kurtarmaya yeterdi, nitekim onlarla yetindiler. Hukuk uleması Efendim masumiyet karinesi vardediler. Hiç kimse mahkûm olmadan (üstelik bunlar mahkûm da olmuşlardı) suçlu sayılamazdediler.

Ve insanları dinden, imandan değil ama hukuktan da ettiler. İddia ediyorum ki, masumiyet masumiyet olalı böyle zulüm görmemiştir.

Masumiyet masumiyet olalı bu kadar kirlenmemiş, başka hiçbir sözcük onun kadar kirletilmemiştir. Hukuk, hissetmektirder, ünlü hukuk filozofu A.Von Jhering. Hukukçu olmayan birinin de bir hukuk adamı kadar kanunları ezbere bilebileceğini, ancak bunun hukuku hissetmeye yetmeyeceğini söyler.

Hukuku hissetmek, hukuk hafızlığının ve malumatfuruşluğun ötesinde, hukuku hakla, insafla, şefkatle meczetmek, özgürdüşünebilmek, analitiksorgulayabilmektir. Hukukçu hukuku hissetmiyorsa, yaptığı işin şoförlükten, seri üretim yapan fabrika işçiliğinden farkı yoktur.

Çünkü hissetmeyen, otomatikleşen bir düşünce ancak oralarda işe yarayabilir.Adaletbir duygudur.

Hukuktan da önce gelir. Hukuk düzeninde var olmakla birlikte, onun önünde giden, ondan da önce gelen bir başvurmayeri, hak, nısfet, insaf ve şefkat duyguları ile örülmüş bir yüce değerdir.

Bu yüzden adalet, kendine özgü karakterini, meşruiyetini, taş duvarlarına yasanın soğukluğu sinmiş görkemli adalet saraylarından değil, vicdanların iç adalet sarayından alan bir bilinç formu, bir duygu derinliğidir.

Adaletin mostrası saraylar değil, yüzlerine Kubilayın kafasını kör testere ile keserkenki şehvetsinmiş olanlar dışarıda iken, ömründe tavuk bile kesmemiş olanların içeride tutulduğunu görüp Adalet bunun neresindediye soran vicdanlardır. Vicdanlar isyanda ise tek başına yasalar, karineler, saraylar, Neyleyim sarayı, neyleyim köşküdiyen şarkı misali, ha bir kuru emektir.

Hukuk değil, hile-i şeriyye

Ceza Yargılama Yasası’nın tutukluluk sürelerini düzenleyen 102. maddesinin uygulanması ile ortaya çıkan ve kamu vicdanını titreten olaylar göstermiştir ki, ülkemizde hukuk, adaletolarak simgeleşen muhteva gerçekliğini kaybetmiş, bir formülve formalitedüzenbazlığına (hile-i şeriyyeye) indirgenmiştir.

Nedeni hukuka şabloncuzihniyetin egemen olmasıdır. Hukuk felsefesi ve mantığı yerine, yasalaştırma sürecine hâkim kılınan şabloncu baskı yöntemi, kestirmeden ve toptan sonuç almak ister. Ancak şablon, her zaman beklenen sonucu vermemekte, mantıkla, adalet duygusuve hukuk hissiile çatışan görüntüler vermektedir.

Şabloncu zihniyete göre üç ekleyip ikiye katlamakla tutuklama sürelerinde yaşanan sorun çözülmüştür. Oysa sorun şablonla birebir örtüşmeyecek kadar geniş ve derindir. Doğrudur, tutukluluk süreleri makul süreyi aşmış, peşin cezaya dönüşmüştür. Doğrudur, bu sürelerin adil yargılanma hakkını ihlal etmeyen sınırlara çekilmesi gerekir. Doğrudur, yasanın bu haliyle uygulanmasından koşulları taşıyan herkes yararlanacaktır.

Ancak bütün bu doğrular, Ceza Yargılama Yasası’nın 102. maddesi düzenlemesinin öngörülen amaca uygun olduğunu kabule yeterli değildir. Amaç, tutukluluk süresini infazolmaktan çıkarmaksa, ağır cezalık suçlar için öngörülen 2 yıllık azami süreyi Meclis’te verilen bir önerge ile 3 yıl daha uzatıp özel yetkili mahkemelerde 2 ile çarparak 10 yıla çıkarmanın mantığı nedir? Davaların uzaması buna gerekçe yapılamaz.

Davaların uzamasının başlıca nedeni, aralarında hukuki ve fiili bağlantı olup olmadığına bakılmaksızın yüzlerce kişiyi binlerce sayfada itham eden torbaiddianameler, usul hükümleri, adli tıp ve bilirkişi faciası, hâkim ve savcı yetersizliğidir. Bu noktalarda beliren sorunları çözmek yasa koyucunun görevidir. Yasanın yürürlüğünü iki kez erteleyen nedenler ortadan kalkmadığı halde, yasa yürürlüğe konmuştur.

Burada sorulması gereken soru şudur: Yasa ile örgütlü suçlarda tutukluluğa getirilen 10 yıllık sınırdan yararlanma koşullarının hangi tutuklu ve hükümlüler lehine gerçekleşeceğine ilişkin bir envanter, bir döküm hükümetin elinde yok muydu? Yoktu denilemez. Buna rağmen yasanın yürürlüğe konması, artık bile bile ladestir. Sonuçta 31.12.2010’da yürürlüğe konan Ceza Yargılama Yasası’nın 102. maddesinin mağduru Silivri sakinleri, mağruru Hizbulvahşetolmuştur. Kamu vicdanını sızlatan da budur.

Sonuç

Hissetmeyen hukuk, hukuk değildir. Fabrikasyon üretimidir. Şimdi yapıldığı gibi, toplar, çıkarır, çarpar, böler ve işte size hukuk der. İç acıtan adalet, adalet değildir. Masumiyet der, adil yargılanma der, insanı hukuktan eder.

Hukukun bu evrensel ilkelerinin zanlı, sanık, tutuklu, mahkûm, temyizdeki mahkûm açısından hukuk hissive adalet duygusuile yeni bir tanıma ve içeriğe kavuşturulması gerektiği, en azından mahkûmiyetle masumiyetin nasıl bağdaştırıldığı konusunda meraklı bir kamuoyu oluşmuştur.

Bu ikilemi çözmek, şabloncuzihniyetin değil, hukuk felsefesinin işidir. Hukukta hiç olmayan da odur.

(Cumhuriyet 22.01.2011)

İbrahim TÜRKEŞ | Tüm Yazıları
Hits: 1825