Değerli araştırmacı Alev Coşkun, bir süre önce “Özgürlük Mücadeleleri Tarihimiz - Devrimin İlk Karşıtları” başlıklı bir kitap yayımladı. Cumhuriyet Kitapları arasında çıkan bu çok önemli incelemesinde yazar, kendi deyişiyle “Özgürlük mücadeleleri tarihimizi doğru öğrenmek isteyen” herkese sesleniyor.
Okuduğumdan bu yana tavsiye ettiklerimin sayısını unuttuğum bu eserle yeni tanışan bir ressam arkadaşımın şu kısa saptaması, Alev Coşkun’un seslenişinin doğruluğunun ve öneminin kanıtı sayılabilir: “Meğer bütün bunlar, bize ne kadar yanlış öğretilmiş!”
Evet, öyle! Çünkü yakın tarihimizi doğru öğrenebilmenin en önemli yollarından biri, bundan altmış yıl önce Köy Enstitüleri’nin kapatılmasıyla tıkanmıştı. O zamandan bu yana, özellikle “gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet” içinde bulunan bazı aydınların(!) da unutulmaz katkılarıyla, bu arada ‘tarihimizi doğru yorumlamak’, ‘bazı tabuları yıkmak’, ‘artık geçmişimize eleştirel bakmak’ ve ‘tarihimizi temize çekmek’ gibi sloganlarla, kendimiz ve gelecek kuşaklar için giderek artan bir hızla yanlış tarihler inşa etmekteyiz.
Yelkenleri günlük yarar düşüncelerinin rüzgârıyla şişirilen bu yanlış ya da ‘kirletilmiş’ tarih gemisiyle doğru limanlara ve sahillere ulaşabilir miyiz diye sormayı ise elbette - aslında çoğunlukla zaten olmayan! - aklımızın köşesinden bile geçirmiyoruz.
Alev Coşkun’un son kitabı, pek çok doğruya bilgi ve belgelerin yardımıyla ışık tutuyor. Hepsini buraya sığdırabilmek olanaksız. Ben, ilk örnek olarak yazarın, 1839 tarihli ve Tanzimat’ı başlattığı kabul edilen Gülhane Hattı Hümayunu’nun girişinden yaptığı alıntıyı vermek istiyorum:
“Yüce devletimizin, kuruluşundan beri Kuran ve şeriat ilkelerine uygunluğundan saltanat güçlü, halk da mutlu olmuştur. 150 yıldan beri ise bunun tersi yapıldığından zayıflık, yoksulluk ve çöküş baş göstermiştir. Oysa şeriat kurallarına uymayan devlet payidar olmaz.”
Şimdi de Alev Coşkun’un bu satırlara ilişkin yorumunu okuyalım: “…fermanın yukarıya alınan ilk paragrafı günün koşullarını ve Osmanlı devletinin ruhunu çok iyi özetler. - Osmanlı’nın geri kalmışlığı ‘şeriat’ hükümlerinden ayrılmaya bağlanıyordu. Oysa olay tamamen tersineydi. İktidarın laikleşmesi, teknik buluşların kabul edilmesi, din-devlet ilişkilerinin birbirinden ayrılarak aklın öne çıkarılması gerekiyordu...” Tanzimat Fermanı, modernleşmeye/Batılılaşmaya uzanan yolda anayasa hukukumuzun temel taşlarından biridir ve küçümsenemeyecek getirileri de olmuştur. Ancak Batı modernleşmesinin Fransız İhtilali’nden miras aldığı laiklik ilkesinin Osmanlı yönetici sınıfı tarafından kesinlikle benimsenmemesi, gelecekte bu belge ile amaçlanan noktalara varılmasını engelleyecektir.
Reisülküttap (dışişleri bakanı) Ahmet Atıf Efendi, Saray tarafından Fransa ile ilgili olarak Divan’a sunulmak üzere bir rapor hazırlamakla görevlendirildiğinde, raporuna şu satırları yazabilmiştir: “Voltaire ve Rousseau gibi tanınmış zındıklar ve onlar gibi maddeciler, haşa peygamberlere ve büyük hükümdarlara sövüp sayıp bütün dinleri kaldırıp bir kenara atıp eşitlik ve cumhuriyetçiliğin lezzetli tadını ima eden pek çok eser yazıp yayımlamışlardır (…) Fransa’daki fitne ve fesatı çıkaranlar şer amaçlarına ulaşabilmek için, sıradan halktan Allah korkusunu ve ahiret fikrini söküp almışlar ve böylece Fransa ahalisini bir hayvan seviyesine kadar indiren yolu açmışlardır...”
Alıntıda sözü edilen ‘fitne ve fesat’, Fransız İhtilali’dir; bu ihtilal ise, bütün insanların hür ve eşit haklara sahip olarak doğduğunu ilan eden İnsan Hakları Beyannamesi’ne temel olan olgudur! Alev Coşkun’un dediği gibi, Atıf Efendi’nin böyle bir belgeyi insanı hayvanlar derecesine indiren bir söylem olarak görmesi tam bir “cehalet” örneğidir.
Peki biz, bugün bu cehaletten ne kadar uzaklaşabildik?
(Cumhuriyet)