Sahibi olmadığımız için Kürt sorununu çözemiyoruz

~ 20.08.2012, Can ATAKLI ~

Sevgili okurlar; bugün bayramın ikinci günü. Bayramınızı bir kere daha kutlamak isterim. Bu haftaki sohbetimizde sizlere bir türlü çözemediğimiz Kürt sorunu ile ilgili görüşlerimi aktarcağım. Hemen söylemeliyim ki, Kürt sorununun kısa vadede çöülmesini kimse beklemesin. Çünkü, “bu sorunu çözmeden başka hiçbir sorunu çözemeyiz” söylemine rağmen bir sonuca ulaşmak bizim elimizde değil. Sorunun sahibi Türkiye değil. Kürt sorunu enerji kaynaklarının bulunduğu bölgede çıkarları olan global güçlerin arzularına göre sonuçlanacaktır. Şu ana kadar global güçler net bir karara varmış değil. Demek ki daha zaman var.

Sorun aslında yeni

Herkes bir gerçeği unutuyor. 20 yıl öncesine kadar bulunduğumuz coğrafya çok farklıydı. Dünya batı kapitalist sistemi ile SSCB arasında yaşanan dehşet dengesinin etkisindeydi. Güç dengeleri ona göre kurulmuştu. Türkiye o sıralarda bütün komşularıyla sorun yaşamasa da sıkıntılıydı. Ancak bir dış güvenlik sorunu da yaşamıyordu.

Komşuların durumu

1990’a kadarki haritaya bakalım. Doğuda ve kuzeydoğuda İran ve SSCB. Güneyimizde Suriye ve Irak. Trakya’da Bulgaristan, Yunanistan ve Ege’de yine Yunanistan. Üstelik Yunanistan, adalarıyla batı ve güneybatımızı kaplıyor. Bulgaristan Sovyetler’in parçası, Suriye ve Irak ise hiçbir paktta olmamasına rağmen SSCB’ye yakın.

1979’a kadar Şah’ın yönettiği İran’ı o tarihten itibaren İslam Devrimi yönetmeye başladı. Türkiye bir NATO ülkesi olarak bütün komşularıyla mesafeli. Çünkü çevremizde geçmişten kalan sorunlar olan Yunanistan hariç tüm komşular ya Sovyetler’in parçası ya ona yakın ya da İran gibi her şeyden bağımsız kendine münhasır bir ülke durumunda.

Etnik kimlikler

Karşılıklı dehşet dengesi çerçevesinde bütün bu ülkelerde yaşayan etnik kimliklerin kendilerini ifade etmeleri, demokratik hak ve özgürlüklerini talep etmeleri çok zordu. Türkiye’deki Kürtler sesini çıkaramazken, SSCB’deki Çeçenler de, İran’daki Azeriler de, Yunanistan’daki Türkler de seslerini fazla yükseltemiyordu.

Türkiye’deki Kürtler

Türkiye’de Kürtlerin “devletle sorun yaşamaya başlamaları” 1800’lü yıllara kadar gider. Kürtler o tarihlere kadar Osmanlı tebaası olarak kentleşmeden, dağlarda ve aşiret düzeni içinde yaşıyordu. Osmanlı’nın giderek zayıflamasıyla Kürtler de “etnik bir kimlik” olarak değil, bölgede feodal hâkimiyetlerini sürdürmek için devletle uğraşmaya başladılar.

Osmanlı’nın son döneminde doğudaki aşiretlerin başkaldırıları şiddetle çözülmek istendi ama daha sonraları ağalara bir tür imtiyaz verilerek devletin bir parçası gibi yaşamaları sağlandı. Osmanlı Kürt aşiretlerini örgütledi, üniforma ve silah vererek bölgede hâkimiyetlerini tanıdı, onlardan da devlete sorun çıkarmamalarını istendi.

Cumhuriyet dönemi

Atatürk’ün başlattığı Kurtuluş Savaşı’nda elbette Kürtler de yer aldı. Ancak feodal ağalar Cumhuriyet’ten de aynı Osmanlı’daki gibi bazı imtiyazlar isteyince sorun çıktı. Genç Cumhuriyet’in geleceğinden endişeli olan Batılı güçler, devrik Osmanlı hanedanıyla da işbirliği yaparak Kürtleri yeni devlete karşı kışkırttı. Ancak başarılı olamadı.

Kürtlerin hanedan ve Batılı güçlerin desteği ile giriştikleri isyan hareketleri yeni devletin biraz da aşırı güç kullanmasıyla bastırıldı. Ancak burada dikkatlerden kaçan bir gerçeği de görmeliyiz. Devlet isyanları bastırdı ama, sonunda tıpkı Osmanlı’da olduğu gibi feodal ağalarla bir tür anlaşma yaptı. Onlara “devlet işlerine karışmamak kaydıyla” imtiyaz verdi.

1938’den sonra Güneydoğu’daki feodal ağalar eğitim, vergi ve yargı konularında devletin otoritesini kabul ettiler, ancak toplumsal yaşamda eski düzenin sürmesini sağladılar. Yeni Cumhuriyet bölgede kendi kurallarını koyduktan sonra gerisine karışmadı. Memurlarını, öğretmenlerini, imamlarını gönderdi, feodal düzeni değiştirmeyi sonraya bıraktı.

Yatırımlar etkilendi

Durum böyle olunca, bölgeye yapılan yatırımlar diğer bölgelerin gerisinde kaldı. Devlet buraya sadece kendi gönderdiği memurlarını güven altına alacak asgari yatırım yaptı. Bölge bir tür “sürgün” yeri gibi algılanmaya başlandı. Feodal ağalar devletle iyi geçinerek zenginleşti, çocuklarını iyi okullara gönderdi, kendi halkını ise ezdi.

Feodal yapı çatlıyor

Ancak II. Dünya Savaşı’ndan sonraki koşulların bu bölgeleri de etkilememesi mümkün değildi. Bir yandan zenginleşen Kürt ağalarının ikinci nesilleri büyük kentlere daha elverişli koşullar için akın ederken diğer yandan ağaların ezdiği yoksul halk da büyük kentlere göçe başladı. 1950’lerde büyük kentlerde doğulu nüfus birikiyordu.

1961 Anayasası

1960 askeri müdahalesinden sonra hazırlanan özgürlükçü anayasa Türkiye’de taşları yerinden oynattı. Güneydoğu’daki feodal düzenin toplumu hep yoksul tutarak ayakta kalabildiği, halkın ezildiği, devletin de buna çanak tuttuğu görüşleri tartışılmaya başlandı. Üstüne bir de CHP’nin “ortanın solundayız” açıklaması ve feodal düzene savaş açması geldi. İşte Kürt kimliğinin ortaya çıkması da bu döneme denk gelir. Başta anlattığım“iki kutuplu dünya dengesi” nedeniyle soruna dönüşmesi engellenebiliyordu. Ama yöneticilerin faşist ya da darbeci olmalarından değil, içinde bulunduğumuz NATO’nun politikaları bağlamında.

Komünizm çökerken

1980’lerde Sovyet sisteminin çökeceği sinyalleri geliyordu. Sovyet etkisindeki bölgelerde etnik ve dini kimlikler ortaya çıkarken, Türkiye’de de Kürt kimliğinin belirginleşmeye başladığını görüyorduk. 70’lerin sonunda kurulan PKK, 1984’te Eruh baskınıyla resmen ortaya çıktı. Artık Türkiye’nin bir Kürt Sorunu vardı.

Globalizmin egemenliği

1990’larda SSCB tarihe karışırken, 1970’lerden gelen global dünya anlayışı egemenliğini ilan etti. Batı toplumlarında gelişmişliğin sürdürülmesi, egemenliğin yayılması için enerji en büyük ihtiyaçtı. Enerji kaynakları ise dağılan SSCB ile Orta Doğu’yu da barındıran büyük İslam coğrafyasındaydı.

Yeni dünya sistemini kurarken sınır tanımayan egemenlerin bu coğrafya ile ilgili tek hedefleri vardır. Enerji kaynaklarının üretilebilir ve iletilebilir olmasını sağlamak. Bunun için de bölgede yeni bir düzen kurmaları, yerli işbirlikleri bulmaları gerekir. Egemenler için bölge içi çekişmelerin, ülkeleri yönetecek kişi ya da rejimlerin hiçbir önemi yoktur. Yeter ki kendileri güvende olsun.

BOP ve sonrası

İşte 2000’lerde inşasına başlanan Büyük Orta Doğu Projesi (BOP) bunun bir ürünüdür. Ancak başarılı olamadı ve ikinci plana geçildi. Ona da “Arap Baharı” adını verdiler. Böylelikle W. Bush döneminin Dışişleri Bakanı Rice’ın ağzından çıkan “22 ülkenin haritası değişecek” söylemi gerçekleştirilmeye başlandı. Irak, Libya parçalandı, Suriye parçalanma aşamasına getirildi.

Şurası kesin ki, üç yıl sonra Orta Doğu ve çevresinin haritası bugünkü gibi olmayacak. Birçok yeni devletle karşılaşacağız. Ancak henüz sona gelinmedi. Sonun ne olacağını İran’a yapılacaklar belirleyecek. Dört ülkeye yayılmış Kürtlerle ilgili Türkiye’nin tek başına karar vermesi mümkün değil. Egemenler sınırları çizmeden Türkiye hiçbir şey yapamaz.

Nafile çabalamalar

Bu açıdan bakınca Türkiye’nin Kürt sorununu çözüm çabaları boşuna nefes tüketmek gibi. Örneğin “Kürtlere özerk bölge” söylemi fantaziden ibarettir. Egemen güçler bölge haritasını hazırlarken Türkiye’nin tek başına özerk bölgeyi kabul etmesine asla izin verilmez. Zaten egemenler Türkiye’den özerk bölge değil Kürtlerin sorunsuz hâle getirilmesini istiyor.

Sahibi değiliz

Sonuç olarak Kürt sorununun sahibi Türkiye değildir. Geçmişte de bu böyleydi, şimdi de böyle. Türkiye’nin global güçlere rağmen yapabileceği tek şey, Kürt halkına gerçekleri anlatmak, terörü aşırı güç kullanmadan ve ölümlere neden olmadan bitirmek, bölge halkının ekonomik ve sosyal güvenliğini, huzurunu, rahatını sağlayacak önlemleri hızla almaktır.

Hepinize iyi haftalar dilerim.

(GazeteVatan)

Can ATAKLI | Tüm Yazıları
Hits: 1325