"Uçurum kenarında" yürütülen dış politikanın sonuçları..

~ 25.06.2012, Yetvart DANZİKYAN ~

Bu kriz içinde test edilen sadece AKP'nin uçurum politikası olmadı. Devletten bilgi akışının pek becerilemediği ve medyanın halinin de parlak olmadığı ortaya çıktı. Bu, son aylarda iyice belirginleşen tek adam yönetimi/hükümette dağınıklık tablosunun sonucudur.

AKP’nin ülke içinde iktidarını konsolide ettiği 2007 yılından bu yana kademe kademe uygulamaya koyduğu bir dış politikası olduğunu artık biliyoruz. Merkezi Irak’ta Sünni Cephe, Kuzey Irak’ta Barzani, Filistin’de de Hamas’la işbirliği içinde olan, Arap Baharı’nın başlamasıyla buna Suriye’deki Sünni cepheyi de ekleyen ve şöyle bir gözönüne getirdiğimizde Ortadoğu’da genişçe Sünni bir yay oluşturan ve elbette liderliğine de AKP Türkiye’sinin oturacağı bir çıkar/işbirliği havzası bu. Sözkonusu Sünni yayın işlerlik kazanması için İsrail ile sert bir politika yürütmenin yanısına Suriye’deki Esad yönetimini olabildiğince köşeye sıkıştırma, muhaliflerine açıkça yardım yapma ve üs sağlama, Merkezi Irak Hükümeti’nin Şii Başbakanı’nı karşı cepheye alma, Sünni rakibini koruma kollama gibi –Türkiye’nin geleneksel olarak hiç alışık olmadığı- adımlar bu politikaya dahildir, hatta temelini oluşturur. Bilhassa Suriye ayağında AKP’nin “uçurum kenarı” siyaseti izlediğini de herhalde artık biliyoruz.

Uçurum kenarı politikasından kastımızı şöyle özetleyebiliriz: Her an askeri bir müdahaleye kalkışabiliriz havası yayarak, sürekli sert demeçler vererek, ülkedeki kendisine bağlı medyayı da bu yönde kullanarak rakip üzerinde boğucu bir baskı oluşturma politikası. Bu politikanın özelliği şudur ki, evet karşı tarafa belki gözdağı verirsiniz ama en ufak bir tökezlemede uçuruma, yani savaşa yuvarlanırsınız. Devletler buna zaman zaman başvurur, eğer ciddi bir mesele varsa. Buradaki kritik soru şudur: Türkiye ile Suriye arasında ciddi bir mesele var mıdır? Bu hayli tartışmalı bir konu. Bu uçurum politikasına itiraz edenler AKP cephesi ve medyası tarafında sürekli olarak “Ne yani Esed diktatörlüğünü mü savunuyorsunuz?” suçlamasıyla karşı karşıya kaldılar. Ama biz takriben 1991’den itibaren şunu biliyoruz ki Türkiye’de Özal ile başlayan, Ortadoğu’da söz sahibi olmak isteyen kuvvetli bir damar var. Bu damar Türkiye’yi bir şekilde Ortadoğu’daki oyunların/çatışmaların içine sokmak istemekte, bu vesileyle “Büyük Abiler” ligine katılmayı, bölgedeki ekonomik kaynaklardan faydalanmayı, siyasi nüfuz elde etmeyi amaçlamaktadır. Hatta bu yolla Kürt sorunundan da -aslında PKK’dan- nihai olarak kurtulma gibi hesaplar içten içe yapılmaktadır. Fakat bir şekilde itidal galip geldi. (Bkz: 1991 Torumtay istifası-2003 tezkere oylaması) Zaten sonraki gelişmeler izlendiğinde de , ABD’nin başını çektiği “uluslararası toplum”un son derece yanlış hesaplarla bölgeye girdiği ve çok sayıda cana malolan bir işgale imza atmanın dışında siyasi bir sonuç elde edemediği, sadece kimi ekonomik kazançlar elde ettiği görüldü.

Ancak bu örneklere rağmen Türkiye’deki “merkez-sağ/müdahaleci/çıkar kollayıcı” damar; –ki, klasik devlet içindeki İttihatçı çizgi ile de zaman zaman temas içindedir- etkinliğini kaybetmedi. 2003’te de gördüğümüz gibi Özal’ın vizyonunu AKP devraldı. Parti yönetimi tezkerenin geçmesi için parti içi ikna turları düzenledi ama AKP’yi ikna edemedi. Bu damar Arap Baharı’nın başlamasıyla birlikte yeni bir zemin kazanmış durumda. Libya’da uygun bir ortam bulundu ve Batı’lı güçlerin de konsensüsüyle oyun sahasına dalındı. Ne sonuç alındığı hala soru işaretidir. AKP sözkonusu damarı Suriye için ise “Müslümanlar öldürülüyor” argümanıyla formatladı ve Esad yönetiminin Aleviliğin bir koluna mensup olmasından da faydalanarak bu politikayı bir iç gerilim haline bile getirdi. Dolayısıyla duyduğumuzda Türkiye’nin bir işlere kalkışacağını anladığımız “Ne yani x diktatörü mü destekliyorsun?” argümanı da bu yeni örnekte artık “Müslümanların öldürülmesini mi destekliyorsun?” gibi iyice köşeye sıkıştırıcı bir vasıf kazandı. Elbette kimse Müslümanların öldürülmesini desteklemiyor, kimse de Esad yönetininin meraklısı değildi ancak Suriye içindeki dengelerin/dinamiklerin Hükümet tarafından pek de iyi hesaplanamadığı da günden güne ortaya çıkmaktaydı. Bu ortamda uçurum kenarı siyasi izlemenin “istenmeyen” sonuçlara yol açması hayli ihtimal dahilindeydi. Zaten aynı sıralarda –yani son bir kaç aydır- AKP’nin de bu konuda yekvücut olmadığının da emarelerini de sezilebilmekteydi. Keza ABD ve NATO’nun da bir müdahale için çok hevesli olmadığı, hatta ulusalcı-merkez sol cephedeki yaygın kanının aksine kendilerinin bulaşmayıp Türkiye’nin müdahale etmesi gibi bir senaryo için bile pek istekli olmadığı yönünde ipuçları da mevcut. Yukarıda bahsettiğimiz Sünni yay oluşturma politikasının Batı’yı bir miktar tereddüte sürüklediğini düşünebiliriz. İşte bu tabloda AKP içindeki Savaş Partisi’nin de bir duraklama devresi yaşadığını düşünmekteydik ki Suriye ile uçak krizi patladı.

Mevcut durumda Türkiye uçurum kenarı politikasının sonuçlarını yaşıyor. Resmi pozisyon hala “müdahale yanlısı” gibi görünmekle birlikte son bir kaç aydır düşük vites politikasına geçilmişti. Son üç gündür yaşananlar da bunu gösteriyor zaten. AKP ve AKP’nin kanaat oluşturucuları “Savaş çıkmaz ama Türkiye gereken cevabı verecektir” argümanının altını sık sık ısrarla çizmekteler. Başbakan Erdoğan bu tavra bir meşruiyet kazandırmak için gündemine CHP, MHP ve BDP liderleriyle görüşme turu da ekledi. Özetle Savaş Partisi tam da vites düşürdüğünde bu kriz patladı ancak AKP önceki müdahaleci tutumuyla kendisini bağlamış durumda. Perde önünde bunun sıkıntısı yaşanıyor. Perde arkasında ise –biraz spekülasyon/tahmin yapacak olursak- AKP içindeki Savaş Partisi’nin tekrar vitesi yükseltme hesapları içine gireceği düşünülebilir. Vites yükseltmeden kasıt, yine uçurum kenarı politikasına dönmek ve yeni bir krizde artık Türkiye’yi savaşın içine atmak olacaktır. Ancak mevcut durumda Erdoğan’ın Savaş Partisi’ne çok yakın durmadığı, daha doğrusu ortada durduğu, Erdoğan’a bağlı AKP medyasının da bu pozisyonu koruduğu görülüyor. Ve bütün bunlar hesaplanırken muhtemelen TSK’nın durumu da dikkate alınmış olabilir. Zira Suriye’ye müdahale, bir imkan olarak Kandil’e girmenin de yolunu açacağından, TSK’nın böyle bir operasyona hiç de hazır olmadığı gibi bir rapor yazıldıysa mesela, bu hiç şaşırtıcı olmayacaktır. Bir şey ima ediyor değilim, sadece tahmin.

Bütün bu kriz içinde test edilen sadece AKP’nin uçurum politikası olmadı tabii. Bu cins kriz zamanlarında devletten sağlıklı bilgi akışının becerilemediği ve medyanın halinin de parlak olmadığı ortaya çıktı. Bu büyük ölçüde son aylarda iyice belirginleşen “tek adam yönetimi/hükümette dağınıklık” tablosunun sonucudur. Öğle saatlerinde kaybolan uçağın akşam saatlerinde kadar neden düştüğü bilinememiş, hiçbir kurum inisiyatif alamamış, Başbakan Erdoğan’ın Meksika’dan dönen uçağının yere inmesi beklenmiştir. Keza televizyon kanalları da uluslararası ajanslar vasıtasıyla tüm dünyaya yayılan “Uçak Suriye tarafından düşürüldü” bilgisini okurları/izleyicileri ile paylaşmaktan çekinmiş, aynı Uludere vakasında olduğu gibi “mutlak sessizlik” yoluna gidilmiştir. Bu, büyük ölçüde Erdoğan’ın yarattığı bir zemin, atmosferdir ve gayet açık ki boğucudur. Dolayısıyla –şimdilik- ufukta öyle bir ihtimal görünmese ve tabii ki hiç istemesek de mazallah olur da savaşa girersek devletten bilgi akışı ve medyadan haber alma konularında –son günlerin yaygın deyişiyle- “sıkıntı yaşayacağımız” ortadadır.

(Radikal)

Yetvart DANZİKYAN | Tüm Yazıları
Hits: 1346