Körleşmeyi Seçmek...

~ 22.06.2012, Ahmet CEMAL ~

Yıllar önce, sevgili Doğan Hızlanla sohbeti koyulaştırdığımız bir gündü ve yaz başıydı. Telefonu çaldı. Arayan, hani şu her yaz başında sorulması gelenekselleşmiş soruyu soranlardan biriydi: Okurlarımıza yazın neleri okumalarını tavsiye edersiniz?

Ve Doğan Hızlan, yapıştırıverdi: Kardeşim, kışın okumayan bir toplum yazın neden okusun ki?Bu sorudan artık bıkmış olduğu belliydi. Ama cevabı, kesinlikle basmakalıp değildi. Hızlan gibileri, kulağa en basmakalıp gelebilecek sözlere bile bir gerçeklik içeriği kazandırabilecek birikime sahiptirler. İşte o gün verilen cevap da böyleydi.

Hemen her önemli kavram karşısındaki tavrımız, okur ve okumakavramları karşısında da değişmiyor. Yani, bunları kullanırken de düşünme temeline değil, ezberler ve varsayımlar temeline dayanıyoruz. Çok küçük bir azınlığın dışında, yıllardır körleşmeyi seçmiş bir toplum kimliğiyle içimizden ne kadar okurçıkarabilirsek o kadarıyla yetiniyoruz. Doğrusunu söylemek gerekirse, bu konuda dünyada yapılan ciddi istatistiklere de asla kulak asılmıyor. Yanılmıyorsam bu istatistiklerden pek de uzak tarihli olmayan birinin sonuçlarına göre Türk insanı, ortalama olarak yılda bir kitap okuyordu. Yani seksen yıl yaşamış olsa, dağarcığında sekiz kitapla toparlanıp gidiyor.

Peki ama, bunca kitap satılıyor ve alınıyor, o ne olacak?

Alındığı doğru, ama okunmuyor.

Okunmuyor da, ne yapılıyor?

Onlara bakılıyor”. Yani onları alanlar ve bazen de ellerinde gezdirenler, onları görmüyorlar; yalnızca onlara bakıyorlar. Aradaki farkın kökeni ise Yunan antikçağına kadar uzanıyor. Çünkü eski Yunancada görmekfiili, aynı zamanda ele geçirmek”, “kendine mal etmekgibi anlamlar da taşıyor. Bu anlamlar doğrultusunda görülmeyen her şey için ise bakmaksözcüğü yeterli oluyor.

Ama bizimkisi gibi, hayatlarında her şeye sadece bakmakla yetinen, görmenin gerektirdiği çabadan ve sorumluluktan kaçmayı yaşamak sayan, sonunda da doğal olarak yalnızca bakma görmeksanmanın bütün yanılsamalarına kurban giden kişilerin çoğunlukta olduğu bir toplumda, gerçek okurların sayısınıgöz kararıylasaptamaya çalışmak da bir alışkanlığa dönüşüyor.

Bu yakınlarda eski bir öğrencim, bir zamanlar beş yıl kadar ders verdiğim bir vakıf üniversitesinde kendi oluşturduğum eleştirel düşüncenin gelişmesi başlıklı dersin benden sonra kaldırıldığını söyledi. Öğrencim üzgündü. Bense bu davranışı çok tutarlıbuldum. Artık düşünmenin neredeyse bütünüyle gündemden çıktığı bir iklimde bir de düşünmenineleştirel’” olanının dersini vermek, ne anlam taşıyabilir ki?

Yıllar boyu, Klasikler neden okunmalı?” türünden soruları geveler dururuz. Hatta klasikleri okuduğumuzdanbile söz ederiz. Peki şu çok yayımlanan, çok satılan ve çok alınan klasiklerin uçsuz bucaksız düşünce dağarcığından ne kadarının hayatımıza sızabildiğini hiç düşündünüz mü? Yani örneğin günlük konuşmalarda Sanki Orhan Kemalin Murtaza”, “Sait Faikin Kayıp Aranıyorunda olduğu gibi …” ya da mübarek, sanki Balzacın Rastignacı…” gibisinden karşılaştırmalar yapıldığına kaç kez tanık oldunuz? Geçenlerde, Kafkadan çevirdiğim Dönüşümün otuz üçüncü baskısının yapıldığını haber alan yakın bir dostum şöyle dedi: Peki, ama kardeşim, o zaman bu ülkede dönüşenşey sayısı neden bu kadar düşük?

Hemen söyleyeyim: Yıllar önce Canettiden çevirdiğim Körleşme romanının başkişisi Prof. Kien gibi bizler de zamanın akışı içerisinde ve neredeyse olup biten her şey karşısında tam bir körleşmeyi seçtiğimiz için!

Sahi, okumuş muydunuz Körleşmeyi? Çünkü epey kalın olmasına rağmen bugüne kadar yine de birkaç baskı yapmıştı!

(Cumhuriyet)

Ahmet CEMAL | Tüm Yazıları
Hits: 4139