Yıllar önce, sevgili Doğan Hızlan’la sohbeti koyulaştırdığımız bir gündü ve yaz başıydı. Telefonu çaldı. Arayan, hani şu her yaz başında sorulması gelenekselleşmiş soruyu soranlardan biriydi: “Okurlarımıza yazın neleri okumalarını tavsiye edersiniz?”
Ve Doğan Hızlan, yapıştırıverdi: “Kardeşim, kışın okumayan bir toplum yazın neden okusun ki?” Bu sorudan artık bıkmış olduğu belliydi. Ama cevabı, kesinlikle basmakalıp değildi. Hızlan gibileri, kulağa en basmakalıp gelebilecek sözlere bile bir gerçeklik içeriği kazandırabilecek birikime sahiptirler. İşte o gün verilen cevap da böyleydi.
Hemen her önemli kavram karşısındaki tavrımız, “okur” ve “okuma” kavramları karşısında da değişmiyor. Yani, bunları kullanırken de düşünme temeline değil, ezberler ve varsayımlar temeline dayanıyoruz. Çok küçük bir azınlığın dışında, yıllardır “körleşme”yi seçmiş bir toplum kimliğiyle içimizden ne kadar “okur” çıkarabilirsek o kadarıyla yetiniyoruz. Doğrusunu söylemek gerekirse, bu konuda dünyada yapılan ciddi istatistiklere de asla kulak asılmıyor. Yanılmıyorsam bu istatistiklerden pek de uzak tarihli olmayan birinin sonuçlarına göre Türk insanı, ortalama olarak yılda bir kitap okuyordu. Yani seksen yıl yaşamış olsa, dağarcığında sekiz kitapla toparlanıp gidiyor.
Peki ama, bunca kitap satılıyor ve alınıyor, o ne olacak?
Alındığı doğru, ama okunmuyor.
Okunmuyor da, ne yapılıyor?
Onlara “bakılıyor”. Yani onları alanlar ve bazen de ellerinde gezdirenler, onları “görmüyorlar”; yalnızca onlara “bakıyorlar”. Aradaki farkın kökeni ise Yunan antikçağına kadar uzanıyor. Çünkü eski Yunancada “görmek” fiili, aynı zamanda “ele geçirmek”, “kendine mal etmek” gibi anlamlar da taşıyor. Bu anlamlar doğrultusunda “görülmeyen” her şey için ise “bakmak” sözcüğü yeterli oluyor.
Ama bizimkisi gibi, hayatlarında her şeye sadece bakmakla yetinen, “görme”nin gerektirdiği çabadan ve sorumluluktan kaçmayı yaşamak sayan, sonunda da – doğal olarak – yalnızca “bakma”yı “görmek” sanmanın bütün yanılsamalarına kurban giden kişilerin çoğunlukta olduğu bir toplumda, gerçek okurların sayısını “göz kararıyla” saptamaya çalışmak da bir alışkanlığa dönüşüyor.
Bu yakınlarda eski bir öğrencim, bir zamanlar beş yıl kadar ders verdiğim bir vakıf üniversitesinde kendi oluşturduğum “eleştirel düşüncenin gelişmesi” başlıklı dersin benden sonra kaldırıldığını söyledi. Öğrencim üzgündü. Bense bu davranışı çok “tutarlı” buldum. Artık düşünmenin neredeyse bütünüyle gündemden çıktığı bir iklimde bir de düşünmenin “eleştirel’” olanının dersini vermek, ne anlam taşıyabilir ki?
Yıllar boyu, “Klasikler neden okunmalı?” türünden soruları geveler dururuz. Hatta klasikleri “okuduğumuzdan” bile söz ederiz. Peki şu çok yayımlanan, çok satılan ve çok alınan klasiklerin uçsuz bucaksız düşünce dağarcığından ne kadarının hayatımıza sızabildiğini hiç düşündünüz mü? Yani örneğin günlük konuşmalarda “Sanki Orhan Kemal’in ‘Murtaza’sı”, “Sait Faik’in ‘Kayıp Aranıyor’unda olduğu gibi …” ya da “mübarek, sanki Balzac’ın ‘Rastignac’ı…” gibisinden karşılaştırmalar yapıldığına kaç kez tanık oldunuz? Geçenlerde, Kafka’dan çevirdiğim “Dönüşüm”ün otuz üçüncü baskısının yapıldığını haber alan yakın bir dostum şöyle dedi: “Peki, ama kardeşim, o zaman bu ülkede ‘dönüşen’ şey sayısı neden bu kadar düşük?”
Hemen söyleyeyim: Yıllar önce Canetti’den çevirdiğim “Körleşme” romanının başkişisi Prof. Kien gibi bizler de zamanın akışı içerisinde ve neredeyse olup biten her şey karşısında tam bir “körleşme”yi seçtiğimiz için!
Sahi, okumuş muydunuz “Körleşme”yi? Çünkü epey kalın olmasına rağmen bugüne kadar yine de birkaç baskı yapmıştı!
(Cumhuriyet)