Avrupa'daki seçim sonuçlarını okumaya çalışmak

~ 20.06.2012, Selim YALÇINER ~

Fransa ve Yunanistan’da geçtiğimiz Pazar günü yapılan seçimler, Avrupa Birliği’nin bundan böyle krizden çıkış için takip edebileceği –eğer bir politika belirleyebilecekse- yol haritası için yeni veriler sunuyor gibi görünüyor. Gibi görünüyor diyoruz, çünkü kapitalizmin krizlerini nasıl aştığına ya da aşmaya çalıştığına ilişkin doğruya yakın tahminlerde bulunmak, anı yaşarken oldukça sorunlu olabiliyor. Krizler bir şekilde aşıldığında da, eğer aşılabilirse, geriye, tarihi diyalektiğiyle okuyabilenlerin geleceğe dönük sürekli uyarılarına temel oluşturan deneyimlerini bırakıyor.

Fransa seçimleri, Sosyalist Blok’un başarısıyla sonuçlandı. Bu başarının iki temel bileşeni var. İlki ve en önemlisi, kapitalizmin krizinden zarar gören işçilerin, aldıkları ücretle geçinmeye çalışanların ya da işi olmayanların, emeklilerin, iş umudu pek kalmayan gençlerin, artık işlerin eskisi gibi, hep kendilerinin aleyhine işlemesine karşı olduklarını kesin bir biçimde ifade etmeleri. İkincisi, Almanya ile birlikte Avrupa Birliği’nin geleceğini belirleyen Fransa’yı yönetmesi beklenen ekibin, sınırlı kaynakları sürekli finans kesimine aktarma politikasından vazgeçeceğini açıklamış olması, üretime, büyümeye önem vereceğini taahhüt etmesi.

Yunanistan seçimleri, bir yandan işlerin artık böyle gidemeyeceğini belirten Radikal Sol’un ilerlemesini –iyimser beklentilerin biraz altında- getirirken, uluslararası finans kesiminin korkulu rüyasını bir süre olsun erteleyebilecek bir gelişmeye, Yeni Demokrasi’nin de oylarını artırması ve Pasok’la koalisyon kurarak en azından bugüne kadar ne yaptılarsa ona devam edebileceklerine yönelik beklentinin güçlenmesine yol açtı. Solun, kendisini yarılama –oy anlamında, oy her şey değil kuşkusuz- pahasına çözüm masasından bugün itibariyle uzak kalma politikası da başarılı olmuş sayılabilir.

Avrupa Birliği, bu bağlamda Fransa ve Yunanistan’daki gelişmeler, çözüm masası denilen platform açısından ne anlama gelebilir?

Bunun için, çözüm masasının ne olduğu ve bu masada neler bulunduğuna bakmakta yarar olabilir.

Çözüm masasında, kapitalizmin krizi var ve bu krizden çıkış yolları. Hem kriz, hem de çıkış yolları, bu krizin neresinde durulduğu ile yakından ilişkili. Yukardaki azınlıkta bulunanlar, bu azınlığın finans kesiminde iseler, borçların ödenmesini istiyorlar. Yukardaki azınlığın, varlığını fiziki ekonomiden sağlayan kesimleri ise büyümeye önem veriyorlar. Bu büyülü sözcük, ‘büyüme’ye değineceğiz. Çözüm masasında Fransa (başkanlık dahil) ve Yunanistan seçimlerine kadar aşağıdaki çoğunluğun sesinin duyulması, yukardaki azınlığın bu sesi kendi zümresel çıkarı için duyma gereksinimiyle aynı doğrultudaydı. Fransa ve Yunanistan seçimleri sonrasında ise, aşağıdaki çoğunluk, çözüm masasına kendi gücüyle yerleşmiş bulunuyor.

Şimdi bu masada, işçilerin, emekçilerin, işsizlerin, gençlerin, emeklilerin çıkarlarını doğrudan seslendirme olanağı var. Bu olanak, ister istemez yukardaki azınlığın büyümeye ilişkin tutumu olan kesiminin politikalarını –finans kesiminin politikalarını olduğu gibi- etkileyecek.

Şimdi büyülü sözcük ‘büyüme’ye gelebiliriz. Büyüme dendiğinde ilk olarak, kapitalizmin yeni alanlar ve konularla olağanüstü büyümesinin –karlılığının çok yüksek oranlarda seyretmesini sağladığının- anlaşıldığını anımsatalım. Bu tür, yani kapitalist uygarlığın varlığına güç veren bir büyümenin aşağıdaki çoğunluğa bir şekilde yansıdığı biliniyor. Refahın, aşağıdaki çoğunluğa az da olsa, işçilerin, emekçilerin kendilerini yeniden üretebilmeleriyle sınırlı da kalsa, yansıması, “bu işler böyle gitmiyor, gitmeyecek” düşüncesinin yaygınlaşmasını yavaşlatan bir etken. Sorun, 1970’lerin ikinci yarısından itibaren, bu tür bir büyümenin artık söz konusu olamayışı. Neoliberal –siz uluslararası finans kesiminin gezegende özgürce operasyon yapabilmesi diye okuyun- politikalar, fiziki kesimde gerileyen karların, finans kesiminde sanki varmışçasına düşünülmesinden (saadet zinciri) kaynaklanan bir sanrıyla yürütüldü. Ellerinde büyük, çok büyük paralar bulunan sermaye kesimi, finans kesiminin kendilerine fiziki üretimin getirdiğinden daha yüksek ve hangi alandan sağlanacağı pek de düşünülmeyen getirileri sunmasından endişeli bir sevinç duydu. Bu endişeli sevincin endişe bölümü, bildiğimiz finans kriziyle -aslında kapitalizmin krizi, sadece saadet zincirinin kırılmasıyla başladı- kendini kanıtladı.

Şimdi, fiziki büyümeye önem vermemiz gerekir diyen sermaye kesiminin sesi daha yüksek çıkmaya başladı. Bu, ne demek?

İlk olasılık, kapitalizmin krizlerinin kamu eliyle yapılan büyük yatırımlar aracılığıyla aşılması anlamına gelen Keynesyen politikalara geri dönmek demek. Burada da parasal sorun var. Hangi parayla kamu yatırımları artırılabilir? Borçlanarak ya da vergileri artırarak ya da her ikisinin bir şekilde bir arada yürütülmesi sonucu Keynesyen politikalar uygulamaya konulabilir. Finans kuruluşları, devletlere borç vermekte çok dikkatli olmaya yöneliyor. Borç verilebilecek devletler, zaten önemli merkez ülkeler, onlar da hem yeterince borç içindeler hem de kendi maliyelerinin dengesini kurmakta zorlanıyorlar. Vergiler, kapitalizmin krizinin giderek derinleşmekte olduğu bir süreçte, nasıl artırılabilir? Aşağıdaki çoğunluğun gelirleri sürekli zaten tırpanlanlıyor, yukardaki azınlığa ise vergi öde dendiğinde ağlama sesleri çığlıklara dönüşüyor. Dolayısıyla, Keynesyen politikaları uygulamak o kadar da kolay değil kapitalizmin krizinin sürdüğü merkez ülkelerde bile. Dikkat edilirse, çevre ülkelere bu paragrafta değinmedik. Onların durumu ayrı bir içler acısı.

İkinci olaslık, merkez ülkelerle çevre ülkelerin arasındaki başlıca farklılığa ilişkin. Borç ödeyebilmek için, yüksek karlarla yürüyen bir ekonomiye –en azından böylesi sektörlere- sahip olmak gerekir, bu da merkez ülkelerde var. Nasıl? En yüksek katma değerli üretimler bu ülkelerde yapılıyor da ondan. Örneğin, Yunanistan’a tonla borç vermişler bu ülkelerin finans kesimleri, ancak 10 milyonluk bu –ağırlıklı olarak tarıma dayanan- ülkenin, aldığı borcu hangi gelirle ödeyeceğine ilişkin anlaşılan hiç kafa yormamışlar. Yunanistan, hangi katma değeri yüksek ve ihraç edebildiği ürünü –zeytinyağı ve beyaz peynirle bu iş olmuyor- üretiyor ki, sağladığı yüksek karlarla aldığı borçları geri ödeyebilsin?

İkinci olasılık, yüksek katma değer sağlayan ve ihraç edilebilecek, dünya piyasalarında rekabet gücüne sahip ürünlerin üretimini artırmak. Nasıl? Almanya’yı örnek alalım. Almanya, çok yüksek katma değerli ürünler üretiyor ve bunları tüm dünyaya satıyor. Eğer yeni bir yatırım ya da genişletme yapma gereği görse, bunu kendi yapar. Yunanistan’a bırakmaz. Merkez ülkelere her şey denilebilir ama, herhalde aptal denilemez. Yüksek katma değerli ürünlerin üretiminde –ve satışında, ihracatında- olan zorluklar zaten kapitalizmin krizinin asıl nedeni. Almanya otomotivde güçlü, ama otomotiv endüstrisi olan diğer ülkelerin bir bölümünün aleyhine sonuçlar üretiyor bu güçlülük örneğin.

Özetle, Kenyesyen politikalara da, özel sektörün desteklenmesi yoluyla katma değeri yüksek ürünlerin üretiminin artırılması politikalarına da kapitalizmin krizinden çıkabilmek için yukardaki azınlığın yaslanabilmesi pek o kadar kolay değil.

Bu işler böyle gitmiyor, gitmeyecek diyenlerin, eğer aşağıdaki çoğunluğa aitseler, sömürüyü, savaşları ve baskıyı ortadan kaldıracak ve yeni ve yaşanası bir gezegeni oluşturacak politikalarıyla ve bu politikaları benimsemiş sınıfla davranmaya başlamalarından başka bir seçenek yok gibi görünüyor.

(SolHaber)

Selim YALÇINER | Tüm Yazıları
Hits: 1337